BİYOMOLEKÜLLERE
GİRİŞ
TIBBÎ BİYOLOJİ VE GENETİK DERS NOTLARI
TIBBÎ BİYOLOJİ VE GENETİK DERS NOTLARI
Bu yazıda
organizmalarda bulunan biyomoleküllere kısa ve genel bir giriş yapacağız. Biyomoleküllerin
ortak bir özelliği, karbon zincirine
sahip olmalarıdır. Karbon atomunun dış yörüngesinde 4 elektronun olması,
karbonu oldukça geniş bir çeşitlikte bağ yapma kapasitesine sahip yapar. Karbon
molekülleri, zincirli, dallı ya da halkalı formlarda bulunabilir. Karbona
bağlanan –OH, -NH2, -H2PO4 gibi gruplar,
karbon moleküllerini şeker, aminoasit ve nükleotit yapıları hâline getirir.
Merkezî karbona bağlanan bu türdeki özel gruplara “fonksiyonel grup” ismi
verilir.
D-glukoz, aminoasit ve nükleotit yapıları
Karbon molekülleri
arasında izomerlik söz konusu
olabilir. İzomerler, aynı molekül formülüne sahip; ancak farklı yapılardaki
moleküllerdir. Yapısal izomerler C
iskelet yapısında farklılıklar, stereoizomerler
ise fonksiyonel grupların lokasyonuna göre farklılıklar barındırır. Enantiyomerler, stereoizomerlerin özel
bir formudur. Enantiyomer moleküller, birbirinin ayna görüntüsüdür. 4 farklı
molekül gruba bağlanmış karbon atomu barındıran moleküllere ise özel olarak kiral molekül adı verilir. Merkezî
karbon atomuna da asimetrik karbon denir. Kiral moleküller polarize ışığı
soldan dağa (D-form) ya da sağdan sola (L-form) kıracak şekilde olabilir. Bu
özellik, kiral molekülün isimlendirilmesinde başta belirtilir. Organizmalarda
bulunan aminoasitler sıklıkla L-formda, şekerler ise D-formdadır. Enantiyomerlik
ve kiralite, organik kimya ve ilaç sanayiinde oldukça önemlidir. Normal
koşullarda enantiyomer olan iki kiral molekülün organizmaya etkisi bakımından
büyük farklılıklar meydana gelebilir; bunlardan biri terapötik nitelikte iken
diğer ölümcül dâhi olabilir. Buna yakın medikal tarihten en belirgin örnek,
1950-60lı yıllarda farklı bir terapötik nitelik için (gebelikte sabah
bulantısını engellemek üzere) hâmilelere reçete edilen thalidomide isimli ilaçtır. Thalidomide, bireylere enantiyomerlerin
karışımı hâlinde verilmiş ve bunlardan biri kısmen istenen etkiyi gösterirken
diğeri potent teratojen gibi davranıp çok ciddi doğumsal anomalilere ve
defektlere sebep olmuştur. Thalidomide vücuda tamamen istenen enantiyomer
formunda verilse bile organizmada istenmeyen enantiyomere dönüşme ihtimâli
vardır. Thalidomide gibi literatürümüzde kötü vakalarla birlikte, genelde ise
enantiyomerlerin farmakolojik olarak birisi aktifken diğeri inaktif olup inaktif
enantiyomer organizmada yer alsa bile doğrudan zararlı etkilerini göstermez.
Medikal tarihte kötü bir yer edinmiş “thalidomide” kiralite ve enantiyomerliği. Gösterilen (+) izomer gebelikte sabah bulantısını önlemek için etkili olabilecekken (-) izomer potent teratojendir. Rasemik, yani kiral molekülleri birlikte barındıran bir karışım olarak preskribe edilen thalidomide, geçtiğimiz birkaç on yılda ciddi doğumsal defektlere sebep olmuştur. Thalidomide vakalarından sonra ilaçlarda rasemik karışım kullanılması noktasında dünya genelinde oldukça büyük tartışmalar yaşanmıştır.
Enantiyomerlerin farmakolojik rollerine dair bir diğer örnek “DOPA”. L-DOPA, Parkinson hastalığı tedavisinde kullanılan bir ilaçtır. D-DOPA ise aynı hastalık üzerinde aktif değildir.
Monomerlik
ve Polimerlik
Monomerler, dehidrasyon
reaksiyonuyla polimerleri meydana getirir. Polimerler ise hidroliz
reaksiyonuyla monomerlerine ayrılır. Dehidrasyon, esasında bir sentez tepkimesi
olup bu tepkimede bağlar yapılırken su açığa çıkar. Hidroliz reaksiyonunda ise
var olan bağların su katılımıyla açılması söz konusudur. Nişasta, glikojen ve
proteinler, polimerlere örnektir.
Karbonhidratlar
Karbonhidratlar, insan
organizmasında majör enerji kaynağıdır ve biyolojik olarak aktif pek çok
molekülün yapısına katılır. Karbonhidratlar karbon sayılarına göre
monosakkaritler, disakkaritler, oligosakkaritler ve polisakkaritler olarak
ayrılabilir. Monosakkaritler en basit şeker birimleri olup içerdikleri karbon
sayılarına göre 3C triozlar, 4 C tetrozlar, 5 C pentozlar, 6 C heksozlar, 7C,
8C… olarak (Latince isimleriyle) ayrılabilir. Bu sınıflamada en bilinen örnekler
olarak 3Clulara gliseraldehit, dihidroksiaseton; 4Clulara eritroz, eritruloz, 5Clulara riboz,
ribuloz, deoksiriboz; 6Clulara glukoz,
fruktoz, galaktoz, 7Clulara sedoheptiloz,
8Clulara nöraminik asit verilebilir. Şekerler,
bulundurdukları aldehit ya da keton gruplarına göre ayrıca aldoz veya ketoz olarak
da sınıflanabilir.
Monosakkaritlerin
aldehit ve keton gruplarının bir başka molekülün –OH grubuyla oluşturduğu bağa glikozid bağı denir. Glikozid bağı, bir
çeşit asetal bağdır.
Disakkaritler glikozit
bağıyla bağlanmış ikili monosakkarit yapılarıdır. Bunlara örnek olarak maltoz (glukoz-glukoz), sükroz (glukoz-früktoz) ve laktoz (glukoz-galaktoz) verilebilir. Oligosakkaritler
3-12 kadar monosakkaritten meydana gelen çoklu şeker yapılarıdır.
Polisakkaritler ise hidrolize edildiklerinde 12’den fazla monosakkarit elde
edilir. Burada oligosakkarit ve polisakkarit ayrımı esasında çok keskin olmayıp
her ikisi de çok sayıda monosakkarit barındıran karbonhidratları anlatmakta
kullanılır. Bu yapılara örnek olarak homopolisakkarit,
heteropolisakkarit, glukan, fruktozan, inülin
(nefrolojide klinik önemli bir çeşit fruktozan), nişasta (amiloz ve amilopektin formları), glikojen, selüloz, kitin verilebilir.
5 veya daha fazla
karbon (C) içeren monosakkaritlerin %99’u hemiasetal
veya hemiketal halkası meydana
getirir. Çünkü şekerlerin halkasal (siklik) formları düşük enerjilidir ve daha
kararlı hâldedir. Moleküllerde, düşük enerji ve kararlı hâle doğru bir spontan
kimyasal eğilim söz konusudur. Halkanın 6 üyesi varsa (5 tane C ve 1 tane O2)
bu halkaya piranoz halkası, 5 üyesi
varsa (4 tane C ve 1 tane O2) bu halkaya furanoz halkası adı verilir. Halkasal formda normalde asimetrik
olmayan C atomu, böylece asimetrik hâle gelerek “anomer C atomu” ismini alır.
Bu anomere bağlı –OH grubu eğer düzlemin üzerinde ise α (alfa), altında ise β (beta) form söz konusudur. Alfa-beta
şekiller sulu çözeltide birbirlerinde dönüşerek denge hâlinde bulunur. Bu
dönüşüme mutorotasyon denir. Karbonhidratlar
ve
yazının devamında bahsedeceğimiz diğer biyomoleküller ile ilgili detaylı teknik bilgiler organik kimya, tıbbî biyokimya ve tıbbî fizyoloji bölümlerinde verilecek
olup burada sadece moleküler biyoloji düzeyinde bu moleküller okura
tanıştırılacaktır.
Proteinler
Proteinler, aminoasit
zincirlerinden oluşan makromoleküllerdir. Canlı organizmada 20 adet aminoasit
natürel olarak bulunur. Tipik bir aminoasit bir santral (alfa) karbon, amino
grup, karboksil grup ve değişken (R) gruba sahiptir. Glisin hâriç biyolojik
aminoasitlerin hepsi alfa karbon etrafında bir kiraliteye sahiptir. 20
aminoasidin hepsinde değişken grup farklı olup bu durum aminoasidin işlevsel
doğasını etkiler.
Aminoasitler arasında peptid bağları meydana gelir. Peptit
bağları bir aminoasidin karboksil (-COOH) grubuyla diğer aminoasidin amino
grubu (-NH2) arasındadır. Oluşan aminoasit zincirleri ileri
katlanmalarla oluşan polipeptit ve proteinleri işlevsel hâle getirir.
Proteinler, biyolojik
yapıda oldukça önemli fonksiyonlar üstlenmektedir. Bunlara örnek olarak
spesifik reaksiyonlara özel enzim katalizi, bağışıklık rolü (antikorlar),
organizmada çeşitli moleküllerin transportu (hemoglobin, miyoglobin, transferrin…), yapısal destek (keratin, kollajen, fibrin…),
hareket (aktin, miyozin, sitoiskelet elemanları…), regülasyon (bazı hormonlar, hücre reseptörleri…) ve depo görevini (Ca2+ ve Fe) verebiliriz.
Proteinlerin yapısal
olarak dört organizasyon seviyesi vardır. Primer yapı, proteini meydana
getirecek olan aminoasitlerin oluşturduğu özgül, ip gibi zincir yapısıdır. Sekonder
yapı, aminoasit zincirinin tabaka ve heliks şekillerini aldığı yapıdır.
Tersiyer yapı, aminoasit zincirinin üç boyutlu işlevsel bir şekil aldığı
yapıdır. Kuarterner yapıda ise birden fazla aminoasit zinciri birleşerek
fonksiyonel bir hâl kazanır.
Nükleik
Asitler: DNA ve RNA
DNA (deoksiribonükleik
asit), çift zincirli bir nükleotit polimeridir (polinükleotid). İki zincir,
birbirine bağlanarak DNA’ya özgü bir heliks formu meydana getirir. Nükleik
asitler hücresel büyüme, çeşitli işlevler ve üreme için bilgi taşıyan kompleks
moleküllerdir. Yapı taşları nükleotidlerdir. Bir nükleotid, bir azotlu organik
baz, bir pentoz şekeri ve bir fosfat grubundan oluşur.
DNA yapısı ve formasyonu
Nükleotid yapılarında
görülen azotlu bazlar, iki genel formda incelenir. Bunlar adenin (A) ve guanin
bazlarını içeren pürinler ve sitozin
(C), timin (T) ve urasil (U) bazlarını içeren pirimidinlerdir.
Nükleotidlerde yer alan
şekerler, pentoz (5C) yapısındaki riboz
ve deoksiriboz şekerleridir. Riboz
şekerler RNA, deoksiriboz şekerler DNA yapısında yer alır. Deoksiriboz, 2
numaralı karbonda bir O atomu bulundurmamasıyla riboz şekerinden ayrılır.
Oksijen bulunduran ribozun bu özelliği, deoksiriboza göre ribozu daha az
kararlı yapar. Bu durum, RNA’nın DNA’ya göre neden kararlı kalıtım molekülü olmadığını
açıklayan moleküler özelliklerden biridir. Nükleotitler, asidik niteliktedir.
Nükleozid, riboz ya da
deoksiriboz şekerinin 1 nolu karbonuna glikozitik bağla bağlı bir azotlu baz
içeren yapıdır. Nükleozidler, azotlu organik bazın sonuna pürinlerde –ozin, pirimidinlerde –idin eklenerek isimlendirilir: deoksiadenozin, uridin… gibi. Nükleozidlere
ek olarak fosfat grupları bağlanırsa difosfat
ve trifosfat yapıları oluşur. Bu
şekilde oluşan adenozin trifosfat
(ATP) molekülü, yaşamsal organizmaların hücresel aktiviteler için temel enerji
taşıyıcısı olarak görev yapar.
Nükleik asitlerin
primer yapısı, onların nükleotid sekansıdır. Nükleik asitlerdeki nükleotidler
birbirine fosfodiester bağı ile
bağlanır. Nükleotidlerde yer alan şekerlerdeki 3’-OH grubu komşu nükleotidin
şekerinin 5’-C üzerindeki fosfat grubuyla ester
(fosfodiester) bağı yapar. Dizilimi göz önünde bulundurduğumuzda, bir
nükleik asit polimerinin bir ucunda 5’-fosfat grubu, diğer ucunda da 3’-OH
grubu serbest (açıkta) olarak bulunmaktadır. Bu dizilim, her zaman 5’ uçtan 3’ uca doğru gidecek şekilde
okunur. Bu dizilimde şeker ve fosfatların tümü aynı doğrultuda oryante olur.
RNA’da da A, C, G ve U
bazları bulunmakta olup riboz ve fosfat grupları 3’-5’ fosfodiester bağını
yapar. DNA’da ise U bazı yerine T bazı bulunur ve riboz yerine deoksiriboz
şekeri yer alır.
DNA’nın ikincil yapısı,
DNA çift heliks yapısıdır. Bu heliks
yapısındaki baz çiftleri, birbirinde hidrojen bağları ile bağlanır. Bazların
birbirlerine bağlanma durumları spesifiktir. DNA’da adenin bazı (A) yalnızca
timin (T) bazıyla, sitozin bazı (C) yalnızca guanin bazıyla (G) hidrojen bağı
yapar. Ayrıca adenin ve timin arasında ikili, guanin ve sitozin arasında üçlü
hidrojen bağları şekillenir. Yani her bir çift, bir pürin ve bir pirimidinden
oluşur ve bu bağlar vasıtasıyla iki zincir, birbirine eşit uzaklıkta yer alır.
Ribonükleik asit (RNA),
hücrede DNA’dan daha çok bulunur. DNA ve RNA arasında birtakım farklılıklar söz
konusudur. Bunlara örnek olarak aşağıdakiler verilebilir:
·
RNA’da pentoz şekeri riboz iken, DNA’da
deoksiribozdur.
·
RNA’da timinin yerini urasil bazı
almıştır.
·
RNA çoğu durumda tek zincirli iken DNA
çoğu durumda çift zincirlidir.
·
RNA molekülleri genellikle DNA’dan
moleküler olarak daha küçük boyutludur.
·
Tipik olarak RNA, messenger RNA (mRNA),
transfer RNA (tRNA) ve ribozomal RNA (rRNA) şeklinde üçe ayrılır.
Messenger RNA (mRNA)
hücrede tüm RNA’ların %5-10’una tekabül eder. Temel işlevi nükleustaki DNA’dan
ribozomlara protein sentezi için kalıtımsal bilgi taşınımıdır. DNA’dan gelen
bilgi ve mRNA bilgisi, komplementerdir. Transfer RNA (tRNA), hücrede %10-15
dolaylarında bulunur ve protein sentezi için ribozomlara spesifik aminoasitler
taşır. Transfer RNA (tRNA), tersiyer bir nükleik asit olup L-formludur. Antikodon
lopları barındırır. Bir tarafı aminoasit taşımak için özelleşmiş iken bir
tarafıyla da mRNA’ya bağlanır. Belirli bölgelerinde hidrojen bağları
bulundurur. Ribozomal RNA (rRNA), %75-80 kadar bulunmakta olup ribozomların
yapısal komponentlerindendir. Ribozomların yaklaşık %65’ini rRNA, %35’ini de
proteinler oluşturur.
DNA’da yer alan
karşılıklı zincirler komplementer olup aynı değildir. Zincirler birbirine çok
sayıda hidrojen bağı ile bağlanır. Tek bir hidrojen bağı rölatif olarak güçsüz
sayılsa da bazlar arasında oluşan binlerce hidrojen bağı, DNA molekülünü
kolektif biçimde güçlü kılar. DNA’nın “double helix” yapısı, tümdengelim
yöntemiyle Watson ve Crick isimli bilim insanları tarafından 1953 yılında açığa
kavuşturulmuştur.
Lipidler
Lipidlerin biyolojik
rolleri arasında enerji depolama, yapı görevi, mekanik koruma, pigmentasyon ve
hücresel iletişim gibi işlevler yer alır. Hemen hepsi hidrokarbonlardan oluşmakta
olup hidrofobik, nonpolar yapıdadır. Suda çözünmezler. Lipidler suya
bırakıldıklarında spontan olarak kümeleşme gösterir. Fosfolipidlerin suda
oluşturduğu spontan kümeleşmelere “misel” adı verilir. Misellerin, ilkin
yeryüzü şartlarında hücresel formasyonu meydana getirecek membran yapısını
oluşturduğu düşünülmektedir.
Trigliserit yapıları, 1
gliserol (3C) ve 3 yağ asidi içerir. Trigliseritler dehidrasyon reaksiyonuyla,
su çıkararak oluşur.
Yağ asitleri doymuş ya
da doymamış olabilir. Doymuş yağ asitlerinde hiçbir çift C-C bağı bulunmaz.
Moleküller, bu nedenle çift bağ nedeniyle oluşan kıvrımları içermez, düzdür.
Düz moleküller oda koşullarında katı yağları meydana getirir. Doymamış yağ
asitleri zincirin bir ya da
birden fazla noktasında çift C-C bağları taşır. Bu nedenle zincir, bu
noktalardan kıvrım gösterir. Kıvrım gösteren yağlar, bu nedenle yağların sıvı
olmasına neden olur. Bu yağlarda Van der Waals etkileşimleri de azalmıştır. Doymamış
yağ asitleri, çift bağ pozisyonlarına H eklenerek doymuş yapılır. Doymuş yağlar
kanda LDL seviyesini artırabilir. Doymuş yağlar en çok hayvansal gıdalarda bulunur.
Çoklu doymamış yağlardan omega-3 yağı kan ve damar sağlığı üzerinde protektif
etkilere sahiptir. Omega-3 en çok deniz balıklarında, bademde ve bazı hayvansal
gıdalarda bulunur.
Bir başka yağ olan
fosfolipidler, hücresel membranların esas komponentidir. Bunlar plazma
membranında, nükleer zarfta, endoplazmik retikulumda (ER), Golgi aparatında ve
diğer membranla çevrili veziküllerde bulunur. Yapısal ve kimyasal olarak trigliseritlere
benzer; ancak bir yağ asidi yerine fosfat grubu geçmiştir. Fosfat grubu, bu
nedenle bu yağlara hidrofilik nitelik kazandırır. Steroidler ise yapısal ve
kimyasal olarak diğer lipid gruplarından farklılıklar barındırır. Steroidler,
nonpolar ve hidrofobik nitelikleri nedeniyle “lipid” klasifikasyonunda yer
alır; ancak lipidlerin standart fonksiyonlarından farklı görevleri söz
konusudur. Steroidler 6 ve 5 karbonlu halkasal formlarda bulunur ve bunlardan
sentezlenen yapılar, kimyasal messenger (hormon) olarak görev yapar. Eşey
hormonları olan testosteron ve östrojen bunlara örnektir. Ayrıca hücre
membranının bir komponenti olan kolesterol,
tipik bir steroiddir.
Yazar:
Necdet Ersöz (Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi)
Yazara sosyal medyadan erişim:
Yorumlar
Yorum Gönder
Görüş, öneri, soru ve eleştirilerinizi lütfen bildiriniz. Yapıcı yorumlar değerlendirilecek; kişilik saldırıları ve üslûp hataları engellenecektir.