BEYNİN
EVRİMİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELERİN TARİHİ
Necdet
Ersöz
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Lisans Öğrencisi
Evrimsel Tıp Topluluğu Kurucusu
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Lisans Öğrencisi
Evrimsel Tıp Topluluğu Kurucusu
Evrimsel
sinirbilimin bir akademik çalışma alanı olarak geçmişi yaklaşık bir asra
uzanırken, evrimsel fikirlerin bilim ve düşünce tarihinde oldukça eski kökleri
vardır. Bu yazıda, bilim insanı ve birtakım düşünürlerin nöral yapıları,
özellikle de beyni evrimsel açıdan ele alışlarının ve önemli bazı teorilerin
arka planı ile tarihine kısaca göz atacağız.
Evrimsel
sinirbilimin teorik arka planı, nispeten daha eski bir yaklaşım olan karşılaştırmalı biyoloji alanından
gelmektedir. Karşılaştırmalı biyolojinin geçmişteki temel problemlerinden
birisi, canlıların vücut organizasyonlarının tek tip mi yoksa birden fazla mı
olduğuna yöneliktir. Etienne Geoffroy St. Hilaire, öncesinde Fransız natüralist
George Buffon (1753) tarafından geliştirilen ortak yapı planı (Bauplan, body plan) fikrinin savunucusu iken aynı
dönemde çalışmalarını devam ettiren ünlü Fransız morfolog George Cuvier
canlıların yapı planlarının en azından dört farklı şekilde bulunabileceğine
dair düşünceler ortaya atmıştır. Ortak plan düşüncesine göre tüm hayvanlar
benzer ya da aynı bir arketipe sahiptir. Bu görüşlerin birbirleriyle 19.
yüzyıldaki çatışmalarına sinir anatomisine dair birtakım yapıların dâhil
olmasıyla evrimsel sinirbilimin ve beynin evrimine dair komparatif nitelikteki
bazı yaklaşımların arttığını görüyoruz. 1830 yılında Geoffroy St. Hilaire, o
dönemde devrim niteliğinde sayılabilecek bir perspektif olan omurgasızların
basit ventral sinir kordunun, bir omurgalı sinir karakteristiği olan medulla spinalisle doğrudan
karşılaştırılabilir ve bugün bizim kullandığımız şekliyle ifade edersek
homoloji aranabilir baz fikrini ortaya sunmuştur. O dönemde St. Hilaire’nin
fikirlerine karşı çıkmasıyla bilinen Cuvier, St. Hilaire’nin eldeki verilerin
çok ötesinde spekülatif yorumlar yapmakta olduğunu ve bugün gördüğümüz hayvan
gruplarının anatomik yapılarının ara formlarla ya da topolojik
transformasyonlarla bağlantısının kurulamayacağını iddia etmiştir. Bilim
tarihinde önemli bir yer edinen Cuvier-Geoffroy
tartışması, ilerleyen yıllarda karşılaştırmalı biyolojiyle ilgilenen diğer
pek çok isminin de ilgisini çekmiş ve tartışmalar bilhassa Avrupa’da yıllarca
sürmüştür. İlginçtir, komparatif biyolojide tartışmaların sürdüğü bu yıllar,
tam da Avrupa’da modern evrimsel biyolojinin temellerinin atıldığı yıllara denk
gelmektedir. Yaşam bilimlerinde karşılaştırmalı yaklaşımlar, evrimsel
biyolojiden daha eski olmakla birlikte, evrimsel biyolojinin kavranması ve
temel prensiplerinin canlı organizmada görünür kılınması açısından çok önemli
bir konumdadır. Çağdaş evrim savunusu yapılmadan önce, evrim fikrinin
öncülerinin karşılaştırmalı çalışmalara ilgi duymuş olması muhtemeldir. Bu
dönemde “türlerin dönüşümü” düşüncesi Charles
Darwin’in henüz ilgili mekanizmaları başarılı bir biçimde açıklamasından
önce de kabaca savunulmuştur.
Eğer
Cuvier ara form konusundaki fikirlerinde haklı ise, esasında evrim olanaksız
bir hâl almaktadır. Diğer yandan St. Hilaire’nin bazı karşılaştırma (analoji) hipotezlerinin
(böcek ekstremitelerinin omurgalı ekstremiteleriyle karşılaştırılması gibi)
bugün evrimsel açıdan geçerli olmadığını söyleyebiliriz.
Charles
Darwin’in 1859 yılında yayımladığı Türlerin
Kökeni adlı eseri, türlerin değişimi ve buna dair mekanizmalar üzerine
biyolojide canlılığı anlayış değişimine neden olmuş, önemli bir yapıttır. Charles
Darwin’in evrim çalışmaları, bugün kullandığımız biyolojik evrime ve modern
evrimsel senteze zemin hazırlamıştır diyebiliriz. Darwin’in canlılığa yaklaşımı
ve türlerin değişime yönelik sunduğu mekanizmalardaki başarısı, Cuvier-Geoffroy
tartışmasını yeniden gündeme getirmiş ve Geoffroy St. Hilaire’nin fikirlerini
yeniden popüler yapmıştır. Darwin sonrasında da Darwin ve St. Hilaire’yi
destekleyen moleküler düzeyden gross anatomi düzeyine kadar sayısız homoloji
keşfedilmiştir. Metazoan aile ağacı
dediğimiz hayvanlar âlemi için bugün evrim literatürümüzde sayısız homoloji
listelenmiştir. Bu moleküler homolojiler arasından belki de en çarpıcı olanı,
yazımızın konusuyla da doğrudan ilgili olacak şekilde, erken beyin gelişimini
yönlendiren pek çok genin böcekler gibi omurgasızlar ve beyin gelişimini
izlediğimiz omurgalılarda homolog olmasıdır. Bu keşifler, St. Hilaire’nin
“ortak plan” olarak ifade ettiği görüşe genetik destek sağlamıştır. St. Hilaire
adına önemli olan, kendisinin henüz moleküler genetik seviyeden bu tip bir
bilgi birikimine hiçbir şekilde sahip olmadan ilgili yapıları doğru biçimde
değerlendirebilmesidir. Benzer şekilde Charles Darwin’in doğal seleksiyon mekanizması da ilerleyen dönemde genetik
bulgularla desteklenmiş ve modern evrimsel sentez fikri geliştirilmiştir. Bugün
bilimde morfolojik ve anatomik yapıların evrimi ve homolojisi için kesinlikle
moleküler düzeyden homoloji aranmakta ve filogenetik ağaç, bu düzeydeki
bulgularla desteklenmek zorundadır.
Burada
belirtmemiz gereken önemli bir sorun vardır. Homolog olduğunu düşündüğümüz
genler, yetişkin canlı gelişiminde fenotipte mutlaka homolog yapılar meydana
getirmeyebilir. Örneğin böcek kanadı ve omurgalı sinir sisteminin ikisi de normal
gelişim için hedgehog fonksiyonuna
bağımlıdır; fakat bu durum böcek kanadı ile omurgalı sinir sistemini homolog
yapmaz. Onun yerine bu tip bir gelişimde rol oynayan çok sayıda genden yalnızca
oldukça kritik bazı genlerin gelişimin ilerleyen zamanlarında homolojiyi
sağlayabileceğini iddia edebiliriz. Evrim, hâlihazırda bulunan elementlerden
meydana gelen varyasyonla beraber canlının adaptasyonunu şekillendiren oldukça
önemli bir ‘tamir’ mekanizmasını içerir. Geoffroy-Cuvier tartışmasının ötesinde
ise, bugün elimizdeki literatüre göre, canlıların birden fazla vücut planları
olmakla birlikte bu vücut planları belirli hayatî gen setleri tarafından inşa
edilir. Buna göre, evrimsel biyologları ve profesyonel araştırmacıları
ilgilendiren en önemli problemlerden biri de, gelişimsel süreçte ve nihayetinde
evrimde rol oynayan gen setlerinin nasıl ve ne koşulda yetişkin vücut
yapılarını meydana getirebileceğidir.
Bugün
bilinen hâliyle “evo-devo” olarak
kısalttığımız evrimsel gelişimsel
biyoloji sahasındaki gelişmeler, elbette ki sinirbilimi de kapsamaktadır.
Elimizdeki verilere göre, tüm omurgalı türlerinin sahip olduğu beyin yapıları,
gelişimin henüz erken safhalarında birbirlerine oldukça benzemektedir. Fakat
gelişimin ilerleyen seyrinde omurgalı beyinleri arasında fonksiyonel açıdan
büyük farklılıklar meydana getiren ve bu süreci yöneten moleküler mekanizma
henüz net biçimde açığa çıkarılabilmiş değildir. Omurgalı beynine dair birtakım
sorunları çözmek üzere bilim insanları omurgasız sinir yapılarını
incelemektedirler. Örneğin böcek beyin gelişiminde, omurgalı gelişimiyle
homolog olabilecek en azından birkaç gen tanımlanabilmiştir. Bu durum, omurgalı
beyinlerinin omurgasızlara dayanan orijinine işaret etmekte; fakat
omurgalı-omurgasız tüm canlıların ortak bir yapı planı olduğunu
göstermemektedir. Bu tip genlerden, göz gelişiminde fonksiyonu bulunan Pax6 geninin omurgalı ve omurgasızlarda
homolog olduğuna dair çalışmalar olsa da, omurgalı ve omurgasız göz gelişiminin
ortak bir plan dâhilinde olduğunu kanıtlamamaktadır. Buradaki kritik ve bizce
de çözülesi gereken soru, evrim seyrinde omurgalılara dek korunmuş böylesi gen
paketlerinin eski ve yeni gelişim süreçlerinde nasıl farklı planda yapılar
-sözgelimi buradaki örnekte yetişkin gözleri- oluşturmuş olabileceğidir.
Evo-devo nörobiyolojinin geleceğindeki önemli kritik noktalardan biri de budur.
Scala
Naturae ve Filogenetik Ağaç
Canlılığı
veya geniş pencerede varlığı basitten karmaşığa doğru ve skala içerisinde ifade
etme çalışmaları, çağdaş evrimsel bilimlerin gelişiminden oldukça eskiye
dayanmaktadır. Antik Yunan’da Aristoteles, canlılığı ve varlığı bu şekilde bir
tasnife yönelmiştir. Aristo’nun ardından gelen birtakım dinî düşünürler ve
filozoflarca Orta Çağda Aristo’nun çalışmaları yeniden yorumlanmış ve scala naturae adı verilen bir statik
konsept bina edilmiştir. Scala natüre, kabaca hayvan olmayan varlıklardan
hayvanlar, insanlar, insanüstü varlıklar ve nihayetinde bir tanrı nosyonuna
varan geniş bir sınıflamayı içine alır. Bu tip bir felsefî yaklaşımdan daha
bilimsel, somut, gözlemsel ve olgusal bir sınıflamaya geçiş ise, modern
bilimlerin gelişimine paralel olarak ilkin evrimci filozof ve doğa bilimlerinin
çalışmalarıyla olanak kazanmıştır. Günümüzde bu tip tarzı ifade eden filogenetik skala kavramı akademide
yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Örneğin National Institutes of Health (NIH), hazırlamış olduğu kılavuzlarda
tıp profesyonelleri ve araştırmacılara, deneylerinde mümkünse “düşük
filogenetik skala canlılarla” çalışmalarını tavsiye etmektedir. Ancak, burada
vurgulamamız gereken önemli bir nokta vardır. Modern evrimsel biyologlara göre
filogeni kavramı her ne kadar doğru ve güncel verilerle uyumlu olsa da “skala”
terimi, evrimsel dallanmayı açıklamada yetersiz kalmaktadır. Bu nedenle
canlılığı sınıflamada önerilen “filogenetik skala” kullanımı, canlılığın doğru
bir sınıflamasını içermemektedir. Canlılar, skala şeklinde ifade edilebilen
merdivensi bir vaziyetle değil, ağaç şeklinde bir dallanmayla türemektedir.
Skala yaklaşımıyla açıklamakta zorlandığımız bir diğer önemli problem ise,
skalanın belirleneceği canlı organizmanın yapı ya da özelliğinin hangisi
olacağıdır. Canlıların farklı anatomik yapıları, skalada komplekslik açısından
aynı sırayı göstermeyebilir. Örneğin yunusları salt beyin büyüklüğüne göre
düzenlenen bir sınıflamada oldukça ileri bir seviyeye koymak gerekebilirken neokortikal bir sınıflamada yunuslar
oldukça geride kalacaktır. Ayrıca moleküler düzeyden gelecek kanıtlar,
canlılığın salt morfolojik bir basitlik/kompleksliğe göre sınıflamanın yanlış
olabileceğini gösterecektir. Böyle bir düşünüşü, insanların genellikle “yüksek
filogenetik seviye fonksiyonlar” olarak kabul ettikleri sıcak-kanlılık ve
sosyal gelişim gibi kriterlerin de moleküler düzeyden bulgularla
desteklenmediği sürece filogeni açısından net bir konum çizemeyeceğini
göstermek için de kullanabilmekteyiz. Burada tek zincirli ya da merdivensi bir ilerleyiş yerine çok zincirli ya da ağaçsı ilerleyiş
fikri ön plana çıkmakta; dolasıyla canlıların ait olduğu bazı aile ağaçlarından
bahsedilmektedir. Her bir ağaç ise, daha eski bir dönemde diğer ağaçlarla ortak bir ataya sahip olup geriye doğru
orijin almaktadır. Verilen ağacın farklı yönlere uzanan dallarının ise evrimsel açıdan yeni ya da eski olma ile
zorunlu bağlantı kurmayacak şekilde bir veya birkaç fonksiyon/yapı
açısından basitlik ya da komplekslik gösterebileceği belirlenmiştir. Ağacın
herhangi bir dalında belirli yapılar bakımından komplekslik ya da basitlik görünür
olabilir. Evrimsel açıdan genç dallarda, eski dallarda kompleks ve gelişmiş
olan bir yapı fonksiyonlarını azaltmış, hatta vestigial özellik kazanmış olabilir. Evrimsel açıdan yeni olan bir
dal, her koşulda ve her yapı bakımından daha gelişmiş bir özellik kazanacak
şekilde bir kural yoktur. Bunun en güzel örnekleri ilkin omurgalılardan
neokortikal evrimin görüldüğü genç omurgalılara doğru beynin evrimsel seyrini
incelediğimizde görüyoruz. İnsan beyni, filogenetik ağacın en genç dalını
temsil etmesine rağmen omurgalılara nazaran her yapısı komplike ve gelişmiş
değildir, dahası vestigialite
barındırır.
Canlılığı
ve varlığı sınıflamada düşünürlerin dallanma ve çok yönlü ilerleme kavramları
yerine oldukça uzun bir süre boyunca tek yönlü merdivensi bir skalayı
kullanmaları, esasında yaygın bir kognitif
bias olarak kabul edilebilir. Birkaç yüzyıl önceki sinirbilimcilerin de
sinir yapılarını sınıflarken aynı şekilde bir skala natüre biasını
sergilediklerine şahit olmakta; modern evrimsel yorumlamalardan uzak
kaldıklarını görmekteyiz. Skala yaklaşımı, bu metnin yazarının ortaya koyduğu
kanaatlerce de evrimsel düşüncenin kolay ve doğru bir biçimde kabul edilip
yaygınlaşmasının önündeki felsefî engellerden biri olagelmiştir. Evrim
düşüncesinin reddi, bugün dahi büyük oranda bilimsel bilgisizlik, mantıksal
yetersizlik ve kognitif biaslara dayanmakta ve basit ama etkili bir örnek
olarak “ara form” iddiasıyla gelen
evrim eleştirilerinde de bu yetersizlikler çarpıcı bir biçimde ön plana
çıkmaktadır.
Scala
naturae nörobilimcilerin bir kısmının üzerindeki etkisini devam ettirse de, bu
anlayışı kırmak üzere özellikle evrimsel nörobilimcilerin önemli çalışmaları
olmuştur. Örneğin, 28 karşılaştırmalı nörobilim biyoloğundan oluşan bir
konsorsiyum, kuş beyninin yapılarını adlandırmak üzere archistriatum, paleostriatum
ve neostriatum terimlerini
kullanmıştır. Archi-, paleo- ve neo- ekleri, evrimsel süreçte var olan beyin yapıları üzerine
eklenen yeni yapıları belirtmek üzere şu anda tüm sinirbilim textbooklarında
rastlanabilecek şekilde kullanılmaktadır ve scala naturae yaklaşımından
uzaktır. Belli bir grup canlının beyninin farklı yönlerde evrimine paralel
olarak spesifik adlandırmaları da ilgili sinirbilim kitaplarında görülebilir. Neticede
karşılaştırmalı biyoloji özellikle sinirbilimde oldukça değerli bir yaklaşım
olarak tüm beyinlerin ortak ve benzer özellikleri paylaşması, insan harici
canlıların beyninin üzerinde çalışılması ile insana dair çıkarımlar
yapılabilmesi ve evrimsel prensiplerin anlaşılabilmesi noktalarında bilime
katkılar sunmaktadır.
Allometri,
Rölatif Beyin Büyüklüğü ve Absolüt Beyin Büyüklüğü
Canlı
türleri arasında kolaylıkla gözlemlediğimiz farklılıklardan biri de benzer
fonksiyonları üstlenen çeşitli yapılar arasındaki morfolojik farklılıklardır.
Canlıların, büyüklük bakımından önemli bir çeşitlilik gösterir. Canlılık,
yaklaşık 4 milyar yıl önce başladığında son derece küçük canlı hücrelerle
başlamışsa da canlı organizmanın sahip olduğu hücre sayısı büyüklüğü evrim
süresince genellikle artma eğilimi göstermiştir. Canlı gelişiminde çeşitli
vücut yapılarının vücuda veya diğer vücut yapılarına oranı allometri ile ifade edilir. Örneğin evrimde belli bir dönemde
iskelet kütlesi vücut büyüklüğüne göre orantısız bir biçimde artmış, kalp atım
hızı azalmıştır.
Allometrinin
nedenleri hakkında bilgimiz kısıtlı olsa da konu üzerine çok sayıda araştırma
yapılmıştır. Yazıyı ilgilen kısmıyla beynin evriminde allometrik değişiminin
neden o şekilde gerçekleştiği hâlâ gizemini korumaktadır. 18. asırdan itibaren
önemli omurgalı gruplarında ve hatta omurgasızlarda beyin allometrisi
çalışmaları hız kazanmıştır. Bu çalışmaların neticesinde genel olarak memelilerin
kökeninden itibaren daha genç dallara doğru geldiğimizde beyin büyüklüğünün
canlı vücuduna oranının arttığını görmekteyiz.
Beyin-vücut
oranlarındaki evrimsel değişimlerin işlevsel önemini belirlemeye yönelik geçmişten
beri yoğun çaba harcanmaktadır. Örneğin Darwin, 1871 yılındaki bir çalışmasında
beyin büyüklüğünü “yüksek kognitif güç” ile ilişkilendirmiş; fakat bu görüşünü
pek çok tür ile ilişkilendirmekte ve kıyaslama yapmakta zorluk yaşamıştır.
Darwin’den sonra gelen birçok gözlemci ve doğa bilimci ise beyin büyüklüğünü
zekânın ya da işlem kapasitesinin bir göstergesi olarak kabul etmiştir. 1977
yılında Parker ve Gibson isimli bilim insanları, ensefalizasyon olarak isimlendirdiğimiz beyin oluşumu sürecini doğayı
gözlemleyerek canlıların kabaca kabuklu meyve yemişlerin kabuklarını ayırabilmeleriyle
ilişkilendirmişlerdir. Yakın dönemde bazı bilim insanları ensefalizasyonu ve
beyin büyüklüğünü sosyal zekâ ile
korelasyon hâlinde görmektedirler. Sonuç olarak rölatif beyin büyüklüğünün bir
çeşit zekânın pek çok çalışmada dile getirilmiş olduğunu bilmekte fayda vardır.
Ancak rölatif beyin büyüklüğü ve ensefalizasyon, bugün salt zekâ kriteri olarak
kullanılmaktan uzaktır. Rölatif beyin büyüklüğünü ayrıca uzun ömür, yaşam alanı
büyüklüğü ve kompleksliği, tüketilen
besin çeşitleri ve metabolik hızla uyumlu gören bazı çalışmalar
vardır. Paradoksal olarak, bugüne dek incelenen çok sayıda korelasyon, evrimsel
sinirbilimciler için beraberinde birtakım problemler doğurmuştur. Filogenetik
ağacın dalları seyredildiğinde rölatif beyin büyüklüğünü içeren belirli bir
süreçte çok sayıda korelasyonun doğduğu, bunların bir kısmının yeni dallarda
yok olduğu ve bazılarının devam ettiği keşfedilmiştir. Sonuç olarak konuya
yönelik hipotezlerin sayısı kabarmış; ancak net bir literatür oturtulamamıştır.
Beynin,
neden vücut ölçüsüyle bu kadar öngörülebilir şekilde ölçeklendiğine dair fazla
netlik yoktur. Geçmiş araştırmacılar beyin
allometrisi ölçümlerinde öngördükleri oranların dışında kalan “fazla” beyin
kısımlarını yüksek kognitif alanlarla ilişkilendirmişlerdir. Fakat bu görüşe
ters düşen birtakım bulgular da paylaşılmıştır. Bunlardan en önemlisi, belirlenmiş
oranlarla tahmin edilebilen ölçümlere beynin kognitif fonksiyonlarını içeren
anatomik kısımlarının da dâhil olabilmesidir. Böylece, excess neuron hypothesis olarak terimlendirilmiş, beyin
allometrisinde tahmin edilebilir oranların dışında kalan ve yüksek
fonksiyonlarla ilişkilendirilen beyin yapıları fikri 2000li yıllara
geldiğimizde geçerliliğini kaybetmiştir. Bazı bilim insanları, yazıda önceden
bahsettiğimiz metabolik hız ölçümlerini beyin-vücut büyüklüğü allometrisi için
kullanmışlardır. 1980li yıllardaki bir hipoteze göre en azından bazı taksonomik
gruplarda geçerli olmak üzere beyin büyüklüğü ve bazal metabolik hız skalası
benzer kuvvetlidir. Ancak ilerleyen çalışmalarda beyin ve metabolizma hızı
arasında tahmin edilenden daha zayıf bir ilişki olduğu ortaya çıkarılmıştır. Neticede
vücut büyüklüğü ve beyin allometrisinde ortaya koyacağımız oranlar ve
korelasyonlar, metabolizma söz konusu olduğunda, canlının vücut büyüklüğüyle
sıkı bağlantılı olmayacak şekilde beyne ne kadar enerji harcayacağından
etkilenecektir. Beyin allometrisinde son dönemde tartışılan bir başka sorun da
rölatif beyin büyüklüğü yerine, bir bireyin sahip olduğu beynin çeşitli
anatomik kısımlarının çeşitli davranışsal parametrelerle ne derece korelasyon
hâlinde olduğudur. Bu tip bir araştırma sapmasına etki eden, araştırmacıları
buna yönlendiren nokta muhtemelen beynin fonksiyonel
heterojen doğasıdır. Beynin belirli kısımları belirli input ve outputlar
için özelleşmiştir. Ancak, gerek davranışsal patternleri beyinde takip
edebilmenin ve nicel ifade edebilmenin zorluğu gerekse nöral ağların oldukça
kompleks olması, bu çalışmaları zorlaştırmakta ve tartışmaları beraberinde
getirmektedir. Tüm bunlar, beynin evrimsel ve allometrik incelemelerinde
karşımıza çıkan problemleri yenmek için yepyeni fizyolojik ve geometrik
yaklaşımlara ihtiyacımız olduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir.
Rölatif
beyin boyutu üzerine ilgi geçmişte önemli derecede iken, modern biyoloji artık
bireysel beyinde internal yapıların boyutlarının fonksiyonel kaymalarına
odaklanmıştır. Örneğin memeli beyninde neocortex
tabakası beynin geri kalanına göre fazlaca gelişim gösterirken, alt beyin
tabakaları görece küçük kalmıştır. Bir diğer ilgi çekici ölçekleme bulgusu ise
beynin yapısal komplekslik derecesinin absolüt
beyin büyüklüğü ile artma eğiliminde olmasıdır. Buna basit bir örnek verecek
olursak, neocortex içinde çok sayıda ayrı bölge, öngörülebilir biçimde
neocortex büyüklüğüyle birlikte artmıştır. İlginç başka bir nokta ise, memeli
beyninin sahip olduğu beyaz cevherin (white
matter) allometrik olarak absolüt beyin büyüklüğüyle ölçeklenebilir olmasıdır. Bu perspektif, beyin büyüklüğüyle bağlantılı
olmayan sinaps sayısı ve yoğunluğunu göz önünde bulundurduğumuzda, artan beyin
büyüklüğüyle birlikte sinaptik bağlantıların daha az yoğun bir biçimde
bulunacağı fikrini ortaya çıkarmaktadır. Sonuçta, beynin alt anatomik bölgeleri
fonksiyonel açıdan pek çok yönden değişebilmektedir ve bu değişimlerin
fonksiyonalitesi çoğu kez gösterilebilmiştir. Örneğin hominid beyinleri büyürken iki hemisphaerium
cerebri yapısını bağlayan aksonal bağlantılar yoğunlukça azalmış, uzamış ve
akabinde hemisferlerin fonksiyonel açıdan birbirleriyle etkileşimleri azalmıştır.
Bağımsız fonksiyonlara doğru ilerleyen hemisferler, neticede fonksiyonel asimetri ortaya çıkarmış ve
iki serebral hemisfer arasında fonksiyonel özellikler bakımından farklılıklar
meydana gelmiştir. Bu yaklaşım, sağ ve sol beyin olarak adlandırılan hemisferik
fonksiyon özelleşmelerini açıklamakta kullanılabilir.
Geçmişe
baktığımızda, evrimsel sinirbilimcilerin bugün olduğundan daha çok rölatif
büyüklüğüne odaklandıklarını görmekteyiz. Bunun birtakım geçerli nedenleri
vardır. Absolüt beyin büyüklüğü bakımından, sözgelimi balina ve fillerin insana
göre oldukça büyük olan beyinlerini düşündüğümüzde, yüksek kognitif işlevlerin
durumu konusunda endişelenebilir miyiz? Şüphesiz ki balina ve fillerin bize
göre büyük olan beyinleri, kognitif fonksiyon bakımından ilgili hayvanlar
lehine bir yaklaşımı barındırmaz. Yeryüzünde yaşayan en zeki ve bilişsel
seviyesi yüksek canlılar olduğumuza yönelik bilimde büyük bir kabul vardır.
Yine de, balina ve filler davranışsal açıdan oldukça karmaşık canlılar olsalar
da insana özgü olduğunu kabul ettiğimiz sembolik dili efektif olarak
kullanabilme becerisi, insanı canlılar arasında önemli bir konuma
getirmektedir. Ayrıca, aynı grup içerisinde yer alan balina ve fil türlerinin
bireylerinin beyin büyüklüğünün zekâ ile korelasyona sahip olabileceğini iddia
edebilen çalışmaları yadsımamak gerekir. Sonuçta, rölatif beyin büyüklüğü
evrimsel seyri incelemek açısından önemli bulguları beraberinde getirse de daha
yakın ilişkili canlılar arasında absolüt beyin büyüklüğü incelemeleri daha
değerli gibi görünmektedir. Buna göre, örneğin primatlar arasında sosyal grup
büyüklüğünün absolüt beyin büyüklüğü ile, rölatiften daha güçlü bir korelasyon
göstereceğini iddia edebilmemiz mümkündür.
Doğal
Seleksiyon ve Gelişimsel Kısıtlamalar
Darwin’in
doğal seleksiyon teorisine göre her yeni nesilde yeni kalıtımsal varyasyonlar
oluşur ve türler, doğanın kaldırabileceğinden daha fazla sayıda döl üretir.
Neticede, nesiller boyu, ilgi çevre koşullarına daha kolay uyum sağlayanların
neslinin aktarılma oranı da artar. Kalıtımsal özelliklerdeki farklılıklar,
yaşamı devam ettirebilme açısından bireyler arasında farklılıklar meydana
getirir. Bugüne kadar çok sayıda adaptasyon mekanizması tanımlanmıştır. “Adaptasyon”
terimi ve adaptasyonist görüş,
yıllarca evrim literatüründe yer bulmuştur. Buradaki adaptasyonların, canlının
fenotipik açıklamalarından bağımsız biçimde ve random olduğu varsayılır. Fakat 1970 ve 80li yıllarda adaptasyon
paradigmasına, varyasyonların ve seçilimin random olmayabileceğine yönelik
eleştiriler getirilmiştir. Eleştirilerin çıkış noktası, bir evrime neden olan
doğal fenomenlerden mutasyonların her ne kadar genetik düzeyde random yapılar
oluşturmalarına rağmen gelişimsel dönemde fenotipte ya da gross görünüme
geçişte filtrelenebileceği düşüncesidir. Bazı mutant yapıların makro düzeyde
gelişimi gerçekten de imkânsızdır; buna rağmen oldukça küçük oranlarda
mutasyonların etkileri fenotipte belirgin bir biçimde gözlenebilir. Eğer bu
doğruysa, doğal seleksiyonla fenotipleri bütünüyle random seçilmemekte, seçilim
en azından gelişimsel dönemde “sınırlar dâhilinde kalan” yapılar üzerinden
işlemektedir. Bu yaklaşım, gelişimsel kısıtlamaların evrimsel seyirde doğal seçilimle
neyin seçildiği üzerinde etkin rol oynadığı fikrini barındırdığından önemlidir.
Bu durum, doğal seleksiyonun etki edebileceği fenotipik varyantların seçilim
öncesi dönemde elenmesi demektedir ve doğal seleksiyon mekanizmasıyla
seçilebilecek potansiyel varyantlardan daha azı seçilebilmektedir. Spesifik
olarak evo-devo biyologlar doğal seleksiyonu gelişimsel sınırlamalara rağmen canlılar
üzerine etki eden en önemli evrim mekanizması olarak kabul etmektedirler.
Yazımızı
daha çok ilgilen kısma gelirsek, beynin evrimde doğal seleksiyondan gelişimsel
kısıtlamalara maruz kalmadan seçildiğine yönelik fikirlerin geçmişte güçlü bir
biçimde savunulduğunu söyleyebiliriz. Genellikle, beynin ve anatomik
yapılarının her birinin optimum bir biçimde seçildiği düşünülür. Hatta bazı
yazarlar (Jerison, 1973), canlı türlerinin yaşamsal fonksiyonlarının öneminin sahip
olduğu nöral doku miktarıyla sıkı bir biçimde belirlendiğini iddia etmiştir. Burada
beyin yapılarının genetik mutasyonlarla çeşitlenmesi ve neticede optimuma ulaşması,
olası bir yoldur. Öte yandan bazı yazarlar, birbirleriyle bağlantılı beyin
yapıları arasındaki trofik bağımlılıkların bütün bir döngü ya da sistem meydana
getirip parça parça ve fonksiyonel açıdan ilgisiz yapıların oluşumunun engellendiği
fikrini tartışmaktadırlar. Böylesi bir epigenetik
kaskad sistemin evrimi şekillendirdiği iddia edilebilir; ancak bunun doğal
seleksiyonu sınırlandığını söylenemez. Beynin evriminde gelişimsel
sınırlamalara vurgu yapan fikirler 1995 yılında Finlay ve Darlington tarafından
savunulmuş; fakat nedenleri açıklamakta yetersiz kalınmıştır. Finlay ve
Darlington’un evrim literatürüne en önemli katkıları buradan değil, evrimde geç
(yeni) dönem beyin yapılarının, olağan beyin büyüklüğü oranından farklı
biçimde, fazlaca büyüme göstermesini keşfetmelerinden gelmektedir. Yazarlar,
aynı yıl late-equals-large principle adı
verilen kuralı geliştirmişlerdir. Buradaki “late”, gelişimsel nörogenetikte
daha sonradan oluşan yapıları belirtmekte kullanılır ve bazı yapılar, gelişimde
diğer yapıların gelişimini stimüle edebilir ya da baskılayabilir. Beynin evriminde
de bir anatomik beyin bölgesi, diğer bölgelerin gelişimini baskılayarak
hâlihazırda kısıtlı olan lokasyon içerisinde oransal bakımdan diğer yapılara
göre daha çok artırmıştır. Bu tip bir evrim düşüncesi, mozaik evrim (system-spesific evolution) adı verilen, beyin
yapılarının evrimsel seyrinin farklı hızlarda olduğunu savunan düşünceye
alternatif olarak gelişimsel kısıtlamaları ön plana çıkararak mozaik olmayan;
fakat işbirliği içerisinde gerçekleşen bir evrim yaklaşımını içermektedir.
Hâlihazırda ilgili prensibe gelen eleştirilerin neredeyse tamamı da beynin
evriminin mozaik yönüne ve gelişimsel koşullardan ziyade beynin fonksiyonel
adaptasyonlarına atıf yapmaktadır. Gelen eleştirilere Finlay, 2001 yılında
yanıt vermiş, eleştirilerin belirli beyin yapılarında, örneğin systema limbicum içerisinde geçerli
olabileceğini; fakat bunun da kendisinin gelişimsel kısıtlamanın varlığı
tezinin aksini ispatlayamadığını ifade etmiştir. Devam eden tartışmalarla
ilgili birtakım derlemeler geçtiğimiz yıllarda yayımlanmıştır.
Aslında
bu tartışmalardan öğrendiğimiz ilk şey, karmaşık nöral sistemlerin evrimi ve
doğal seleksiyonun bilhassa santral sinir sisteminde beyin üzerindeki etkisi hakkında
bilgimizin çok sınırlı oluşudur. Konu üzerine özellikle moleküler kanattan doğrudan
veri elde etmenin kendinden zor doğası da işimizi zorlaştırmaktadır.
Yazıyı
sonuçlandırmak üzere, evrimsel sinirbilimin tarihindeki yanlış adımlara tekrar
vurgu yapıp akademik sahanın gelecekteki doğru seyri adına birkaç şey
söyleyelim. Scala naturae yaklaşımının, bugünkü modern bilimsel kavrayışımızdan
uzak olduğunu; hatta evrimsel sinirbilimciler üzerindeki olumsuz felsefî etkisinin
uzun bir süre devam ettiğini tekrar vurgulamakta fayda vardır. Yeni
istatiksel-matematiksel teknikler ve absolüt beyin büyüklüğü vurgusuyla
birlikte beyin allometrisi çalışmalarının canlandığını söyleyebiliriz. Mozaik
evrimin beyin üzerine etkisi hâlâ tartışma konusudur. Evrimsel sinirbilim,
köklü felsefî geçmişine rağmen akademik bir alan olarak henüz oldukça yenidir
ve parlak bilim insanlarını gereksinmektedir. Moleküler genetik ve evrimsel
biyolojinin diğer kanatları, evrimsel sinirbilim üzerinde gelecekte etkili
olacak ve moleküler düzeyde evrim, sinirbilimsel yapıların orijinine dair çığır
açacaktır. Diğer yandan, evrimsel sinirbilimciler hâlâ diğer biyoloji
profesyonelleriyle ortak bir alanda somut bir çalışma yapmakta zorluk
çekebilmektedirler. Beynin evrimini kavramanın, biyolojinin diğer alanlarında
çalışan profesyonellere sunacağı katkılar kaçınılmazdır. Nitekim 1958 yılında
Jackson evrimsel prensipleri klinik nörolojiye uygulamaya çalışmıştır. Kirsche
tarafından 1964 yılında bazı türlerin beyninin, diğerlerine göre rejenerasyona
ve yaralanmalar sonucu iyileşmeye daha müsait olduğu savunulmuştur ve Erwin
tarafından 2001 yılında insan dışı primatların da insana ait birtakım kognitif ve
nörodejeneratif bozukluklara, örneğin Alzheimer hastalığına sahip olabileceği
gösterilmiştir. Farklı beyin rejenerasyonlarına sahip canlılar üzerine
çalışmalar, tıp sahasında profesyonellere yeni perspektifler kazandırabilir. Bugün
büyümekte ve her geçen gün modern tıbba daha güçlü bir şekilde entegre olan evrimsel tıp alanı, evrimsel
sinirbilimin bulgularından klinikte faydalanabilir. Her ne olursa olsun,
evrimsel sinirbilim, geçmişte şiddetli bir biçimde tartışmalara sahne olduğu
gibi, gelecekte de entelektüel beyinleri etkilemeye ve bu beyinlerin “kendilerini”
anlamaya yöneltecek itici gücü oluşturmaya devam edecektir.
REFERANSLAR VE İLERİ OKUMALAR
1. Kaas,
J. H. (2009). Evolutionary Neuroscience. Oxford: Academic Press.
2. Kaas,
J. H. (2007). Evolution of Nervous Systems: A comprehensice reference.
Amsterdam: Elsevier Academic Press.
3. Dennett,
D. C. Darwin’s Dangerous Idea: Evolution and the Meanings of Life. New York:
Simon & Schuster, 1995.
4. Marshall,
L. H. & Magoun, H. W. (1998). Discoveries in the Human Brain: Neuroscience
prehistory, brain structure, and function. Totowa, N.J: Humana Press.
5. Miller,
B. L. & Cummings J. L. (2007). The Human Frontal Lobes: Functions and
disorders. New York, NY: Guilford Press.
merhaba necdet.siteme bıraktığın yorumu gördüm.yalnız belirtmek isterim ki yorumlara atacağın linkler sana seo yönündenn hiçbir katkı sağlamaz no follow link olarak gözükür.
YanıtlaSilSitem günlük +5 bin görntüleme alıyor aylık yaklaşık 100.000 kişi siteme giriyor.
Eğer istersen çok çok uygun rakamlara siteme reklam verebilirsin ve seo açısından kendine güzel bir şey sağlarsın.
istediğin şekilde reklam verebiliriz ve parayı reklam yayınlandıktan sonra ödersin.
eğer düşünürsen : yenibirpost@gmail.com e posta atman yeterli
sitem : http://yenibirpost.blogspot.com