GENETİK
VE EVRİM
Temel
Bilgiler
Necdet
Ersöz
Gazi
Üniversitesi Tıp Fakültesi
Anatomi öncesi temel
bilim yazılarımıza devam ediyoruz. Bu yazıda, bir tıp fakültesi öğrencisi için öğrenilmesi
kesinlikle gerekli temel bilimlerden olan kalıtım
bilimine (genetik) ve biyolojinin birleştirici unsuru ve teması olan evrimsel biyolojiye temel seviyede bir
giriş yapacağız.
Genetik
(Kalıtım Bilimi)
Genler,
Kromozomlar ve Genom
Genetik, kalıtım
bilimidir. Genlerin yapısı ve fonksiyonlarıyla ilgilenir. Tüm hücreler,
yaşamsal fonksiyonlarını devam ettirebilmek adına işlevlerinin düzenleyen
kalıtım birimlerine ihtiyaç duyar. Her hücrenin yaşamsal etkinliği, hücrenin
genetiğiyle belirlenir. Hücrenin genetik bilgisi, hücre bölünmeleri yoluyla
yeni nesil hücrelere aktarılır. Bu aktarım kusursuz olmalıdır ve kusurlar henüz
o sürecin içerisinde bertaraf edilmelidir; aksi takdirde genetik aktarım
süreçlerinde meydana gelen hatalar düzeltilmediğinde yeni nesil hücrelerin
fonksiyonları tehlikeye girer. Hücrenin genetik programı, kalıtım birimi olarak
genleri içerir. Bu genlerin her biri de spesifik bir fonksiyonu gerçekleştirir.
Tüm genlerin toplamı, hücrenin genomunu meydana getirir. Örneğin insan
kromozomlarının bir setinde yaklaşık olarak 30000-40000 gen bulunmaktadır. Bu
genom, her ökaryot hücrenin, dolayısıyla insan hücresinin de, çekirdeği
içerisinde depolanır. Genler, kromozomlar içerisinde düzenlenir ve her bir
genin lokalize olduğu yer ve genlerin işlevi bellidir. Genler, kabaca en küçük
herediter birimlerdir ve 1000-10000 arasında değişen miktarlarda baz çifti
taşırlar. Bu da yaklaşık olarak 300-3000 arasında değişen baz üçlüsü (triplet)
demektir. Genlerin çift zincirli olduğu ve DNA’nın bir parçası olarak
kromozomlarda yer aldığı bilinmelidir. Basitçe bir gen, örneğin, hücrede bir
görevi gerçekleştirecek olan bir proteinin sentezlenmesi için gereken kalıtsal
kodu içerir. Bu kod aracılığıyla hücre, hangi aminoasidin hangi sırayla
birleştirileceğini belirler ve ortaya çıkan özgün dizi, ilgili proteinin
birincil yapısını oluşturur. Proteinin birincil yapısının üzerine, iki ve üç
boyutlu katlanmalar ve birtakım bağlarla meydana getirilen ikincil ve üçüncül
yapılar ve gerekirse farklı polipeptit zincirlerinin eklenmesiyle oluşturulan
dördüncül yapıyla, proteinin işlevselliği sağlanır. Bazı durumlar da tek bir
karakter, birden fazla gen tarafından belirlenebilir.
“Allel”
Kavramı
İnsan seks hücreleri
dışında somatik hücreler, n=23 anneden gelen (maternal) ve n=23 babadan gelen (paternal)
olmak üzere 2n=46 kromozoma sahiptir. Maternal ve paternal kromozomların aynı
bölgesinde karşılıklı lokalize olan genlere alleller
denir. Alleller genetik bilgi açısından tamamıyla özdeş ise homozigot karakter, eğer farklı genetik
bilgi içeriyorsa heterozigot karakter
taşımış olurlar.
Baskınlık
(Dominans), Çekiniklik ve Kodominans
Heterozigot allellerden
biri diğerine baskın olduğunda ortaya çıkan durum dominans (dominantlık) olarak adlandırılır. Fenotipte etkisini
göstermeyen allel de resesiftir. Heterozigot
allellerin ikisinin de fenotipte etkisinin görülmesi ise kodominans olarak adlandırılır.
Fenotip
ve Genotip Nedir?
Fenotip ve genotip
kavramları, her bir gendeki ilgili karakterin genetik bilgisine refere eder.
Dış dünyadan gözlenen karakter ya da görünüm, fenotip ismini alırken genotip,
fenotipi ortaya çıkaran genetik bilgiyi gösterir. Fenotipe örnek olarak saç ve
göz rengi, kan grubu ya da bir çiçeğin rengi verilebilir.
Mendel
Prensipleri
Genler jenerasyondan
jenerasyona aktarılıyorsa, mayoz esnasında kromozomların dağılımı belirli
kurallara tabi olmalıdır. Mayozda homolog kromozomların rastgele dağılımı ve
spermlerin yumurta ile karşılaştıklarında ortaya çıkan kombinatoriyel
olasılıklarla ilgilidir. Gregor Mendel’in (1822-1884) 1866’da bezelyeleri
çaprazlayarak tanımladığı kurallar, genetikte Mendel prensiplerini meydana
getirir. Mendel, kalıtımla ilgili ortaya koyduğu ilkeleri keşfederken,
genetikle ilgili pek çok modern bilgiden habersizdir. Mendel prensipleri, tek genli kalıtım olarak bilinir.
Kalıtsal karakterlerin
dağılımı noktasında prensiplerin keşfi için, ilk olarak belirli koşullar
tanımlanmalıdır: çaprazlama deneyleri saf döl (homozigot) organizmalarda
yapılmalı ve üzerinde çalışılan genetik karakterler bu sayede fenotipte görünür
olmalıdır. (Mendel, deneylerini yaparken “gen” kavramından habersizdir. İleri
dönemlerde Mendel’in keşfettiği kalıtsal faktörlere gen adı verilmiştir.) Karakterleri
belirleyen herediter faktörler farklı kromozomlarda yer almalıdır. Çaprazlama
çalışmalarında ilk jenerasyon parental jenerasyon (P) olarak bilinir. İlk
döller de birinci filial (F1) jenerasyonu, ikinci döller de ikinci
filial (F2) jenerasyonu olarak adlandırılır.
·
Mendel’in
Birinci Kuralı: Uniformite (Tekdüzelik) ilkesidir. F1
dölündeki bireyler uniform ya da eşdeğerdir.
·
Mendel’in
İkinci Kuralı: Ayrılma ilkesidir. F1
dölündeki uniform bireyler çaprazlandığında F2 dölünde ilk dölde yer
almayan bazı fenotipik özellikler ortaya çıkar.
·
Mendel’in
Üçüncü Kuralı: Bağımsız dağılım ilkesidir. Her gamet eşsizdir.
Şimdi bu kurallara
detaylı bir şekilde göz gezdirelim:
Uniformite
Kuralı (Dominans)
Bir ya da birkaç allel
bakımından farklılık gösteren iki homozigot karakter çaprazlandığında, F1
dölünde uniform (tekdüze) karakterler elde edilir. Örneğin, RR genotipe sahip
homozigot dominant karakter ile rr genotipine sahip homozigot resesif karakter
çaprazlandığında, %100 oranında Rr genotipine sahip heterozigot baskın
karakterler ortaya çıkar. Resesif genotipin sahip olduğu karakter, yeni
döllerde baskılanmıştır.
Dominant-resesif
kalıtım kavramları, kalıtımın en yaygın formlarındandır. Mendel’in
çalışmalarında kullandığı bezelyelerde de bu tip bir dominantlık-resesiflik
durumu gözlenmiştir. Ancak, dominant ve resesif kavramları tek başlarına bazen
yeterli olmayabilir. Örneğin, bir çalışmada saf döl kırmızı çiçek ile saf döl
beyaz çiçeğin çaprazlanmasından %100 pembe çiçekler elde edilmiştir. Fenotipte
çaprazlanan her iki karakterin özelliklerini bünyesinde barındıran kalıtıma, intermediate inheritance adı verilir. F1
jenerasyonunda elde edilen pembe karakterler, kırmızı ve beyaz karakterlere
sahip kalıtım faktörlerinin çaprazlanmasıyla elde edilmiştir.
Dominant-resesif kalıtım. |
Diğer yandan, her iki
allel de eşit kütlede ve her iki karakter de heterozigot olduğunda, bu durum kodominans olarak adlandırılır. ABO kan
grubu, bu duruma örnek olabilir. Eğer bir çocuk annesinden A allelini ve
babasından B allelini alırsa, çocuğun kan grubu AB olacaktır. AB kan grubu,
kodominansı gösterir.
Ayrılma
Kuralı
Bezelyelerin F1
dölünden elde edilen yavrular çaprazlandığında (Rr x Rr), yeni jenerasyon (F2)
fenotipik olarak ¾ kırmızı, ¼ beyaz renk gösterecektir. Bu durumda fenotiplerin
oranı 3:1 olmaktadır. Fenotipik ayrılma oranı genin (allelin) resesif ya da
dominant olup olmadığına bağlıdır. Kırmızı çiçeklerin geninin baskınlığı
nedeniyle fenotipte kırmızı renk daha baskın olarak görünmüştür. RR ve Rr
genotipinin ikisi de fenotipte R olarak görünür.
Bağımsız
Dağılım Kuralı
Eğer iki allelli
homozigot organizma çaprazlanırsa (AAbb x aaBB) genler birbirinden bağımsız bir
şekilde yeni jenerasyona aktarılır. Esasında bu kural ancak farklı
kromozomlarda lokalize olan genler için geçerlidir. Aynı kromozom üzerinde
taşınan genler, aynı kromozomla birlikte aktarılır. Mendel kalıtımında tüm
genlerin farklı kromozomlar üzerinde olduğu prensip olarak kabul edilmektedir.
Ancak, bir kromozom üzerindeki tüm genlerin birbiriyle bağlantısı kesin bir
biçimde olmak zorunda değildir. Örneğin, homolog kromozomlarda mayoz bölünmede
gerçekleşen krossing-over’da böyle bir durum söz konusu değildir. Böylece,
krossing-over gibi mekanizmalarda mümkün gen kombinasyonu sayısı artar, sonuç
olarak da genetik varyasyonun artmasıyla birlikte türleşmeye zemin hazırlanır.
Bu açıdan genetik varyasyonun çoğalması, evrim noktasında önemlidir.
İki karakterin bağımsız kalıtımı. |
Otozomal
Dominant Kalıtım
Kalıtım çeşitlerinden
birisi, otozomal dominant kalıtımdır. Otozomal dominant kalıtım, fenotipin
dominant allel tarafından belirlendiği ve genin otozom olduğu şartlarda oluşur.
İnsanlarda otozomal dominant aktarım birçok normal karakteristikle (örneğin ABO
kan grubu) birlikte meydana gelir.
Polidaktili, ailesel
hiperkolestrolemi, Huntington ve Marfan sendromu gibi bazı kalıtsal
hastalıklar, otozomal dominant kalıtılan hastalıklara örnektir.
Otozomal dominant
kalıtımda çoğunlukla bir ebeveyn hastalık taşıyan alleller bakımından melez
iken (Aa), diğer ebeveyn sağlıklıdır (aa). Bu durumda her bir çocuk
cinsiyetlerinden bağımsız bir şekilde %50 oranında hastalığa sahip olur. Bu
durumda hangi ebeveynin hastalıklı genleri taşıdığı önemsizdir. Diğer yandan,
her iki ebeveyn de heterozigot ise, bu durumda doğacak çocuklar %75 ihtimalle
hastalıklı, %25 ihtimalle de sağlıklı olacaktır. Nadir görülen durumlarda bir
ebeveynin homozigot baskın, diğer ebeveynin de homozigot çekinik olduğu
koşullarda çocuklar %100 ihtimalle melez olacaktır.
Otozomal
Resesif Kalıtım
Diğer bir kalıtım tipi
de otozomal resesif kalıtımdır. Otozom kalıtılan resesif bir allelde resesif
karakterler fenotipik olarak F1 jenerasyonunda yalnızca
homozigot durumda görünür. Heterozigot taşıyıcılar fenotipik olarak homozigot
hastalardan farklı değildir. Fenotip karakter sadece homozigot resesiflerde
belirgindir. Tüm otozomal resesif kalıtılan hastalıklarda, hastalık genleri, fenotipinde bu hastalığı göstermeyen melez
ebeveynlerden geçebilir. Eğer bir ebeveyn heterozigot ve diğer ebeveyn
homozigot dominant ise hiçbir çocuk fenotipinde hastalığı sergilemeyecektir
(%50 homozigot, %50 heterozigot). Eğer iki ebeveyn de sağlıklı heterozigotlar
ise, çocukların hastalıklı doğma ihtimalleri %25’tir. Doğacak çocukların yarısı
da sağlıklı melezdir. Bu durumda melez çocuklar, hastalığın taşıyıcılarıdırlar.
%25’i de sağlıklı homozigottur. Ebeveynlerinden birisi sağlıklı homozigot,
diğeri de hastalıklı (çekinik) homozigot ise, bu koşulda doğacak çocukların
hepsi de melez olacak ve hastalığı fenotiplerinde göstermeseler bile hastalık
allelini taşıyacaklardır.
Neredeyse tüm metabolik
defektler otozomal resesif kalıtılan genlerle ortaya çıkan enzim bozuklukları
ya da enzim eksikliği sebebiyle olmaktadır. Bunlara örnek olarak fenilketonüri,
albinizm ve kistik fibrozis verilebilir. Bu şartlarda, taşıyıcı melezler
prensip olarak %50 oranda enzim aktivitesinde bozulma gösterir; fakat geriye
kalan etkinlik normal metabolik koşullar altında istenen fonksiyonun yerine
getirilmesi için yeterlilik gösterebilir. Sadece homozigot resesifler
hastalığın belirtisini fenotipinde taşır.
Fenilketonüride
(insidansı 1:10000) fenilalanin
hidroksilaz adı verilen bir enzimin yokluğu ön plana çıkmaktadır. Bu
enzimin yokluğu ya da defekti, fenilalanin
aminoasidinin tirozin aminoasidine
çevrilmesi süreçlerini bloke eder. Bunun sonucu olarak metabolik ürün olan fenilpirüvik asit keton olarak idrarda
yer alır. Eğer bu durum, doğumdan itibaren düzeltilmezse, çocuklarda mental
retardasyon, gecikmiş fiziksel gelişim ve bazı nörolojik semptomlar meydana
gelebilir. Eğer hastalık zamanında tanımlanıp teşhis konulursa, diyette
fenilalanin azaltılmasıyla normal gelişim sağlanabilir. Bu diyet, bilhassa
yaşamın ilk 10 yılında çok sıkı bir şekilde uygulanmalı ve takip edilmelidir. Bunun
nedeni, beyin gelişimin yaşamın ilk zamanlarında olmasıdır. Eğer diyete dikkat
edilmezse, nörolojik bozukluklar kaçınılmaz olacaktır.
Cinsiyete
Bağlı Kalıtım
Cinsiyete bağlı kalıtım
X kromozomu üzerinde lokalize olan genlerin ortaya çıkardığı karakterlere etki
etmektedir. X kromozomu, Y kromozomu üzerinde homolog alleli olmayan çoklu
genler içermektedir. Herediter aktarım, X’e bağlı resesif veya X’e bağlı
dominant olabilir. X kromozomu kalıtımı özellikle erkekler için önemlidir;
çünkü X üzerinde taşınan bir hastalığın, erkeklerde homoloğu bulunmadığından
hastalığın ortaya çıkışı kolaylaşmakta ve taşıyıcılık durumu söz konusu
olmamaktadır. Ayrıca, erkeklerin sahip olduğu X kromozomu, erkek çocuklarına
geçmemektedir. Bunların sonucu olarak, kadınlar X kromozomunun kalıtımında
homozigot ya da heterozigot olabilirken, erkekler X kromozomu üzerinde taşınan
yalnızca bir allele sahiptir. Bu durum hemizigot
olarak adlandırılır.
X’e
Bağlı Dominant Kalıtım
Hastalıklı babanın tüm
kızlarının taşıyıcı olması, X kromozomuna bağlı dominant kalıtımın
karakteristiğidir. Çünkü babanın X kromozomu, her koşulda kızlarına geçecektir.
Öte yandan, hastalıklı babanın tüm erkek çocukları da her koşulda ilgili
hastalık bakımından sağlıklı doğacaktır. Çünkü babadan erkek çocuğa X değil Y
kromozomu geçmektedir. Heterozigot hasta annelerin çocukları %50 olasılıkla
hasta olacaktır. Esasında X kromozomuna bağlı dominant kalıtım oldukça
nadirdir. Ender görülen bir örnek olarak, D vitaminine dirençli riketleri
verilebilir. Bu durumda kanda düşük seviye bulunan fosfat diş gelişiminde be
saç foliküllerinde sıkıntı meydana getirmektedir.
X’e
Bağlı Resesif Kalıtım
X kromozomuna bağlı
resesif kalıtımda erkekler X kromozomlarında defektif allel taşıdıklarında
hasta olmaktadırlar. Kadınlar ise yalnızca her iki X kromozomunda bulunan
alleller homozigot çekinik olduğunda hasta olmaktadırlar. Bu durum oldukça
ender görülmektedir. Heterozigot durumda ise, kadınlar fenotipik olarak
sağlıklı olmakta; ancak hastalık genini taşımaktadırlar. Hastalık genini
taşıdıklarından ötürü yavrularına bu hastalıklı geni aktarabilirler; kendileri
hasta olmasa bile çocuklarında hastalık görülebilir.
X kromozomuna bağlı
resesif kalıtılan hastalıklara örnek olarak kırmızı-yeşil renk körlüğü (frekans 1:15), hemofili A ve B (frekans 1:10000) ve Duchenne masküler distrofi (frekans 1:3000) verilebilir.
Mutasyonlar
Prensip olarak,
kromozomların, onların üzerinde lokalize olan genlerle birlikte herhangi bir
değişikliğe uğramadan jenerasyondan jenerasyona geçtiği, temel düzeyde kabul
edilir. Ancak mutasyon olarak
adlandırılan, gen komplementinde bazı random
ve spontan (rastlantısal ve
kendiliğinden) değişimler somatik ya da eşeysel hücrelerde kaçınılmaz olarak meydana gelir. Somatik hücrelerde meydana gelen
mutasyonlara somatik mutasyon, üreme
hücrelerinde meydana gelen mutasyonlara ise germline mutasyon adı verilir. Spontan mutasyonlara ek olarak
iyonize radyasyon ya da kimyasal subtanslardan (mutajenler) ötürü meydana
gelebilecek mutasyonlar da söz konusudur. Mutasyonların çoğu rastlantısaldır ve
kaçınılmaz olarak meydana gelir. Ancak vücuttaki bariz etkileri, hücrelerdeki
kontrol mekanizmaları tarafından tespit ve akabinde elimine edilir. Veya
mutasyonun meydana gelse ve kontrol mekanizmalarından geçse bile, bazen
doğrudan etkisini göstermez. Bu nedenle mutasyonların önemli bir kısmı nötrdür. Bariz, pratik etkileri
doğrudan gözlenmediğinden bu mutasyonlara nötr denir. Mutasyonların pratik etkisinin olmaması, onların var olmadığı anlamına
gelmez. Yapılan en büyük hatalardan biri de budur. Nötr mutasyonları göz
ardı eden bazı kimseler, kalan kısımda yer alan, yani sonucu gözlenebilen
mutasyonları değerlendirmektedirler. Kalan kısımda ise büyük oranda organizmaya
zararlı ve nadir olarak yararlı mutasyonlar mevcuttur. Bu “zararlı” ve “yararlı”
kavramları, çoğunlukla mutasyonun
gerçekleştiği organizma perspektifinden söylenir. Yani görelidir ve aslında biyolojik olarak böyle bir adlandırma pek de
geçerli değildir. Ancak bu “yararlı” ve “zararlı” mutasyonlar, getirileri
bakımından evrimleşmede etkili olmaktadır. Mutasyon frekansı bir gende yaklaşık
1:10000 ile 1:100000 arasında değişir. Mutasyonların birkaç tipi
tanımlanmıştır:
·
Gen mutasyonları
·
Kromozom mutasyonları (kromozomların
yapısındaki değişimler)
·
Genom mutasyonları (kromozomların
sayısındaki değişimler)
Gen
Mutasyonları
Gen mutasyonları, gen
komplementinde meydana gelen değişimlerin en önemli ve en yaygın nedeni olarak
görülmektedir. Sıklıkla genlerin replikasyonu esnasında meydana gelir. Bu DNA
replikasyonu sırasında baz sekansında oluşabilecek olası değişimler,
replikasyonda hatalar meydana getirebilir ve mutasyonlu genler ortaya çıkar.
Mutasyonlu genlerin önemi, ilgili genin işlevi olan protein sentezinde ortaya
çıkar. Mutasyona sahip gen demek, mutasyon bölgesindeki kodların değişimi
nedeniyle, sıklıkla olması gerekenden farklı bir aminoasidin getirilmesi
demektir. Farklı aminoasidin getirilmesi de, her koşulda olmasa da, proteinde fonksiyonel
farklılıklar meydana getirebilir.
Kromozom
Mutasyonları
Kromozom
mutasyonlarında, kromozom yapısında meydana gelen değişiklikler ışık mikroskobu
ile görülebilmektedir. Bu değişiklik, örneğin, bir krossing-over olabilir. Krossing-over’da
kromozom fragmanlarının yer değişimi söz konusudur. Kromozom mutasyonları,
kromozomların farklı konfigürasyonlarda yeniden ünite edilmesiyle de meydana
gelebilir. Yapısal kromozom mutasyonları yenidoğanlarda 1:200 insidansla
görülmekle birlikte genom mutasyonlarından daha ender görülür. Kromozom
mutasyonlarını genel olarak şu şekilde sıralayabiliriz:
·
Delesyon
(kromozom fragmanı kaybı)
·
Duplikasyon
(aynı kromozom segmentinin kopyalanması)
·
İnversiyon
(kromozom segmentinin ters dönmesi)
·
Translokasyon
(homolog olmayan kromozom segmentlerinin yer değiştirmesi)
Genom
Mutasyonları
Genom mutasyonlarında,
organizmanın kromozom sayısında bir değişiklik söz konusudur. Bu duruma mayoz
ve mitoz bölünme süreçlerindeki düzensizlikleri takip eden kromozomların
maldistribüsyonu neden olmaktadır. Sonuç olarak, hücrelerin kromozom sayıları,
normal karyotipten farklılık gösterir. Eğer, örneğin, mayoz I’de homolog
kromozomların ayrılma sürecinde bir bozukluk meydana gelirse, kromozom
ayrılmaması meydana gelir. Bu durum otozomları etkileyebildiği gibi, seks
kromozomlarını da etkileyebilir. Hücrelerdeki kromozom sayısında değişiklik
meydana getiren bu kromozom ayrılamamalarının olası bir nedeni, kromozomların sentromer bölgesinin yokluğu ya da hücre
bölünmesi esnasındaki malformasyonudur.
Otozomların
maldistribüsyonu bilhassa, görece küçük kromozomlarda gözlenmektedir. Kromozom
anomalileriyle doğan ve yaşayan bireylerde, çoğunlukla trizomiler 21.
kromozomda gözlenir. Bu anomali, Down
sendromu veya trizomi 21 olarak
isimlendirilir. Otozomal trizomilerin yaşla olan ilişkisi de önemlidir. Örneğin
trizomi 21’li çocuk doğurma durumu genç kadınlarda 1:2500 oranında görülürken,
bu oran 40 yaş ve üstü kadınlarda 1:50’ye kadar yükselmektedir. Down sendromlu
çocuklarda, farklı derecelerde mental retardasyon görülmekle beraber, bazı
fenotipik nitelikler de gözlenmektedir.
Seks kromozomlarının
maldistribüsyonu genellikle “non-viable” embriyoya yol açmaz. Ekstra seks
kromozomu (gonozomal trizomi) ya da kayıp seks kromozomu (gonozomal monozomi)
normal olarak ciddi bir retardasyona neden olmaz; mental retardasyon genellikle
tamamen normaldir. Ancak üreme kapasitesi kaybedilmiştir. Kromozom ayrılmaması
sonucu oluşan bir diğer anomali olan monozomide de kromozom kaybedilmiştir.
Örneğin Turner sendromunda 45 kromozomlu, XO seks kromozomuna sahip dişi
bireyler meydana gelir. 1:2500 oranında görülen bu genetik anomalide dişiler
dişi fenotipine sahip olmakla beraber, bazı farklılıklar da vardır. Bunlara
örnek olarak kısa boy ve iç organların malformasyonu gösterilebilir. Klinefelter
sendromunda seks kromozomu trizomisi vardır ve erkek bireyler 47 kromozomlu ve
XXY’dir. Klinefelter sendromu 1:900 insidansa sahiptir. Klinelfelter erkeklerde
hipogonadizm yaygındır.
Evrimsel
Biyoloji (Filogeni)
“Evrim”
(Evolusyon) Kavramından Ne Anlamalıyız?
Dünya üzerindeki yaşam,
tahmin edilemeyecek kadar çeşitli ve yeryüzüne yayılmış durumdadır. Şu ana
kadar yalnızca hayvanlar âleminden yaklaşık 1,5 milyon, bitkiler âleminden de
yaklaşık 500000 tür tanımlanmış ve bu sayılar her yıl artmaktadır. Henüz
tanımlanamayan çok sayıda türün olduğu tahmin edilmektedir. Yeni keşfedilen ve
türleşme mekanizmalarıyla evrimleşen türlerle birlikte, yaşamın tarihine
baktığımızda, sayısız türün de neslinin tükendiğini görmekteyiz. Şu an yaşayan
türler, esasında şu ana dek yaşamış tüm türlerin oldukça küçük bir kısmını
kaplamaktadır. Milyarlarca yıla yayılmış olan yaşam, yaklaşık birkaç yüz bin
yıldır yeryüzünde var olan ve sadece son birkaç yüz yılda türleri keşfetmeye
başlayan biz Homo sapiens sapiens’lerden
çok daha eski ve çeşitlidir. 18. yüzyılın sonuna kadar, biyolojik bilgilerimiz
çoğunlukla Orta Çağ felsefî ve dinsel literatüründen oldukça etkilenmiş bir
vaziyetteydi. Özellikle kilise tarafından ve İncil’de canlılar hakkında ortaya
atılmış yalan yanlış, anti-bilimsel yargılar ve antroposentrik perspektifler, asırlar
boyu yaşam bilimlerinde cahil olan toplumları olumsuz etkilemiştir. Özellikle tarihte
hem İslâmî hem Hıristiyan birtakım dinsel çevrelerde ısrarla savunulan, günümüzde
de birtakım bilim ve mantık düşmanı anti-bilim çevrelerinde yanlış olduğu
ortaya çıkmasına rağmen büyük bir utanmazlıkla ve sahtekârlıklarla savunulmaya
çalışılan; ancak bilim karşısında kaybetmeye mahkûm “türlerin sabitliği,
değişmezliği” ve evrimsel mekanizmaları yok sayan “Tanrı’nın doğrudan canlıları
olduğu gibi yaratması” şeklindeki bir kitabî
yaradılış inancı, yüzyıllarca natürel gözlem ve deneylerin objektif bir
şekilde değerlendirilmesini ve insanların rasyonel bir süreçle evreni ve yaşamı
anlayabilmesini engellemiştir. Şüphesiz ki, akıl ve bilim süreçlerini göz ardı
ederek, onların yerine hiçbir bilimsel temeli olmayan mitolojik yargılarla,
doğal bir süreç olan yaşamın ve türlerin varlığı olgularını açıklamaya çalışmak
veya buna cüret etmek, rasyonel düşünceyi bir bilim ve kültür toplumu inşa
etmekte kullanan insanlık için büyük bir utanç kaynağıdır. İsveçli natüralist Carl von Linné (1707-1778), bir bilim
insanı olarak biyolojik literatüre büyük bir katkı sağlamasına rağmen, dönemin
gözlem ve deney olanaklarının kısıtlı olması ve dinsel inançlarını bilimsel
gözlemlerine alet etmek gibi nedenlerle yeryüzündeki tüm türlerin, yaşamın
başladığı ilk andan itibaren, tıpkı şimdi oldukları gibi, o anda
yaratıldıklarına inanıyordu. Linné’nin yaklaşımına göre, bilinen tüm hayvan ve
bitkiler, yaşamın başladığı ilk andan itibaren aynıdır ve türleşme söz konusu
değildir. Bu dogmatik, büyük bilimsel yanlışa rağmen, Linné, tüm canlıları gözlenebilir
belirli koşullara (yapısal özellikler gibi) göre sınıflayan ilk bilim
insanlarından olduğu için önemlidir. “Türlerin değişmezliği” inancı, o dönemin
bilimsel bir yargısı gibi durmasına rağmen, esasında etkisini uzun bir süredir
devam ettiren anti-bilimsel bir safsataydı. Bu safsatanın yıllarca süren etkisi
ancak 19. yüzyılda parlak bir doğa bilimci ve iyi bir gözlemci olan Charles Darwin’in (1809-1882)
çalışmalarıyla kırılabilmiştir. Darwin’in önemi, çalışmalarının büsbütün
doğruluğundan değil; döneminin ve öncesinin otorite olan dogmatik ve
anti-bilimsel yargılarına objektif bir biçimde, gözlenebilir bilimsel
önermelerle karşı çıkabilmesi ve bu yolla modern evrimsel biyolojiye giden yolu
açmasından ötürü gelmektedir. Darwin’in çalışmaları, bilimsel paradigmaları
derinden sarsmıştır. Darwin’in, yıllarca süren yeryüzü gözlemleri, farklı
bölgelere olan seyahatleri ve türleşmeyi yerinde gözleyebilmesi; buralardan
elde ettiği sonuçları komperatif anatomi, paleontoloji ve taksonomi gibi
bilimlerle harmanlayabilmesini sağlamıştır.
C. Darwin bu süreçte çok büyük bir safsatanın farkına varmıştır: Türler, inanılanın
aksine değişmez değildir! Türler, doğal seleksiyon adı verilen bir doğal
süreçle farklılaşmaktadır ve türlerin bir ortak atası vardır! Bugün bu gözlenebilir
bilimsel iddia, modern evrimsel biyolojinin de temel iddialarındandır. Modern
evrim biliminin temelleri, işte bu iddia üzerine atılmış; moleküler düzeydeki
kanıtlarla (moleküler biyoloji ve genetik) birleştirilip (modern evrimsel sentez)
zaman içerisinde güçlenerek ve defalarca kez farklı bilimsel çevrelerce
kanıtlanarak günümüze dek ulaşmıştır. Biyolojinin dinamik teması ve
birleştirici unsuru, evrimdir. Evrim öğrenimi olmaksızın, biyoloji sadece bir
donuk bilgiler yığını ya da doğa tarihi olarak kalmakta; biyoloji literatürü
içerisindeki bilgilerin birbiriyle olan dinamik ilişkisi kurulamamaktadır. Darwin’in
1859 yılında ilk kez yayımlanan en meşhur kitabı On the Origins of Species by Means of Natural Selection’da Darwin
yaşayan canlı formlarının atalarının kendilerinden daha primitif-basit yaşam
formlarından gelmekte olduğunu, tüm türlerin birbiriyle akraba olup ortak
ataların var olduğu ve aynı zamanda organizmaların evrimine giden süreçleri ve
evrim mekanizmalarını detaylı bir biçimde aktarmıştır.
Evrime
Etki Eden Faktörler
Seçilim
(Seleksiyon)
Evrim
teorisi, yeryüzünde yaşamış ve yaşamakta olan sayısız canlı
formunun bir ya da birkaç basit formdan (bir olduğu genellikle kabul edilir),
milyarlarca yıllık bir süreçte türediğini belirtir. Yeryüzünün tarihi
boyunca, milyarlarca yıl öncesinden
günümüz yaşam formlarına dek tüm canlı grupları evrimleşerek çoğunlukla yapısal
kompleksliklerini artırmıştır. Evrim bilimine dair önemli bir soru da evrimin
nasıl, neden veya ne koşullar altında gerçekleştiğidir. İşte bu noktada Darwin,
evrimin nedenselliği hakkında oldukça basit ve anlaşılır bilimsel bir çözüm
önermiştir. Darwin’in önerdiği mekanizma, doğal
seçilim mekanizmasıdır. Darwin, türlerin değişebilirliğine dair çözümünü
aşağıdaki gözlemler sonucunda elde etmiştir:
·
Türler, yaşadıkları habitatların taşıma
kapasitesinden ve türlerin neslinin devamını gerektiren miktardan daha fazla
döl üretir. Bir türün devamı için iki ebeveynden iki yavrunun üretilmesi
yeterli iken, çoğunlukla doğada ebeveynler binlerce hatta milyonlarca yavru üretme
kapasitesine sahiptir. Eğer çevre koşulları sabit ve tür için yeterliyse, bir
habitattaki birey sayısı da sabit kalır. Ancak çevre şartları çoğunlukla
değişkendir.
·
Yavrular, genetik karakterler açısından
atalarından farklıdır ve yavrularla birlikte tür içi genetik çeşitlilik
sağlanır.
·
Sonuç olarak, değişken çevre
koşullarının türün bireylerini zorladığı zamanlarda, organizmalar besin,
barınma ve çiftleşme gibi nişler (hayatta
kalma ve üreme olarak iki ana
başlıkta gruplayabiliriz) açısından rekabete girer. Bu rekabet sonucunda türün
bazı bireyleri avantaja sahip olurken diğerleri o çevre şartları uyum
sağlayamadığından elenir, yok olur. Avantajı eline geçiren organizmaların gen
frekansı nesilden nesile artarken, yok olan bireylerin genleri de ortamdan
silinir. (İşte bu nokta, organizmaların birbirinden ayrılmaya başladığı, türleşmenin
de anahtar noktasıdır.)
Bu olgusal gözlemlerden
yola çıkarak Darwin, hayatta kalma mücadelesi içerisinde yalnızca çevrelerine
en iyi adapte olabilmiş bireylerin yaşayabildiğini görmüştür. Orijinal terim
olarak, bu mücadeleye, survival of the
fittest adı verilir. Hayatta kalma savaşı sadece bir türün bireyleri
arasında gerçekleşmez. Çoğunlukla farklı türlerden organizmalar da ortak ekolojik
nişler açısından birbiriyle mücadele edebilir. Buna türler arası rekabet adı verilir. Böylesi bir rekabetin sonucu
olarak, genellikle bir tür, rakip olduğu türle olan ortak ekolojik nişi
açısından, rakip türe üstünlük kurar ve mücadeleyi kaybeden tür için artık o
habitatta yaşam neredeyse sona ermiştir. Kaybeden türün organizmaları ya
ortamdan göç edecek ya da yok olmayı kabul edecektir. Bir türün bireyleri
ortama adapte olurken, diğerleri ortamdan uzaklaşmak zorundadır. Bu durum,
doğal seleksiyona sebebiyet verir. Organizmaların hayatta kalması, böylece
türün hayatta kalmasını sağlar.
Ancak Darwin’in doğal
seçilimle türleşme teorisi, döneminin bilimsel ve teknolojik olanaklarının
sınırlı olması nedeniyle bütünüyle canlılığın çeşitliliğini moleküler düzeyden
popülasyon düzeyine dek başarılı bir şekilde açıklamak için yeterli değildi. Evrim
teorisi, ancak 20. yüzyılda moleküler düzeyden gelen genetik kanıtlarla tamamen
kanıtlanabilmiş günümüzün modern teknolojik imkânlarıyla da onaylanabilmiştir.
Bugün modern evrimsel sentez olarak
adlandırılan, evrime moleküler düzeyden gelen kanıtlarla evrimsel biyolojinin
inşa edilmesi anlamına gelen bu bilim, basitçe aşağıdaki evrimsel faktörleri
içermektedir: (Bu yazıda tüm evrimsel mekanizmalara detaylarıyla birlikte
girilmeyecektir.)
·
Seleksiyon
·
Mutasyon
·
Rekombinasyon
·
Genetik
Sürüklenme
·
İzolasyon
Tür
Kavramı
Evrimsel faktörlerin,
canlılığın çeşitliliğini nasıl etkilediğini bütünüyle bilimsel bir gözle
anlayabilmemiz için, öncelikle “tür” ve “popülasyon” adını verdiğimiz kavramlar
üzerinde uzlaşmamız gerekmektedir. Yaşamsal karakteristiklerini paylaşan tüm
organizmalar, daha doğrusu tüm türler, yaşamlarını
devam ettirme ve üreme
eğilimindedir. Birbiriyle verimli döl verebilen ve yaşamsal/genetik
karakterleri birbirine verimli döller oluşturacak kadar yakın olan organizmalar
topluluğuna tür denir. Tür tanımı, biyoloji tarihi boyunca farklı şekillerde
yapılmış ve farklı perspektiflerden, canlılar farklı şekillerde
sınıflandırılmıştır. Biz burada, kabaca yukarıda belirttiğimiz şekilde olan bir
tür tanımını ele alıyoruz. Bir türün aynı habitatta yaşayan ve üreme
potansiyeline sahip olan tüm bireyleri de birlikte bir popülasyon oluşturmaktadır. Popülasyon için kısaca, “sınırlı/belirli
bir bölgede yaşayan aynı türün
bireyleri” diyebiliriz.
Farklı karakterleri
ortaya çıkaran çeşitli yapılara sahip bir türün tüm genlerinin toplamı, ilgili
popülasyonun gen havuzunu
oluşturmaktadır. Hangi genin popülasyonda hangi sıklıkla yer aldığı ise gen frekansı ile belirtilir. Çoğunlukla
mutasyonlu genlerin popülasyonda gen frekansı düşükken, gen frekansı oldukça
yüksek genler de mevcuttur. Evrimleşme, bu gen havuzunde yer alan genlerin
frekansının değişmesiyle meydana gelir. Gen frekansını değiştiren en önemli
etki ise, organizmaların üreme başarısıdır. Neticede başarılı üreyen
organizmalar, başarılı bir şekilde yeni nesillere genlerini
aktarabileceklerdir. Eşeysel üreme bu süreçte bir türün bireyleri arasında yeni
gen kombinasyonları da meydana getirir. Eşeysel üremeyle ve diğer farklı
faktörlerle birlikte oluşan mümkün gen kombinasyonlarına genetik çeşitlilik (varyasyon)
adı verilir.
Mutasyon
Mutasyonla ilgili genel
bilgilere yazımızın genetik kısmında değinmiştik. Burada da mutasyonun bir
evrim faktörü olması açısından bazı bilgiler verelim. Eğer evrim atalarından
genetik olarak farklılık gösteren yavruların üremesi süreci olarak düşünülürse,
genlerin mutabilitesinin de evrimleşmede önemli bir faktör olduğu hemen
görülür. Genetik materyaldeki değişimler olarak kabaca bahsedebileceğimiz
mutasyonlar rastlantısal olarak meydana gelip evrimin itici gücünü oluşturur.
Birçok çeşit mutasyon
vardır ve bunlar, popülasyondaki genetik varyasyonu artırır. Bu değişikliklerin
belirli bir zaman sürecindeki toplamı, mutasyon
baskısı olarak bilinir. Bu, seleksiyon baskısına terstir. Seleksiyon
baskısı, ortamdaki mutasyonların çoğunlukla aleyhine çalışmaktadır.
Rekombinasyon
Allellerin yeni genetik
kombinasyonları üreme hücrelerinin formasyonu sırasında herediter karakterlerin
rekombinasyonu yoluyla üretilir. Bunun sonucunda önemli bir varyasyon elde
edilir ve böylelikle yeni fenotipler kazanılır. Genetik rekombinasyon sadece
seksüel üreme olanaklı olanaklıdır. Bu da paternal ve maternal kromozomların
rastgele dağılımı ve krossing-over ile sağlanır. Organizmaların genellikle çok
sayıda gen içermesinden ötürü, türün yavrularında sınırsız sayıda genetik
rekombinasyon mümkündür. Sonuç olarak, aynı ebeveynlerden ortaya çıkan yavrular
pratik olarak neredeyse tamamen farklı genetik özelliklerle doğar. Buna istisna
olarak monozigotik ikizler (tek yumurta ikizleri) verilebilir.
Genetik
Sürüklenme
“Genetik sürüklenme”
terimi, kabaca, gen havuzundaki rastlantısal değişimlerdir. Bu değişiklikler
mutasyon ya da seleksiyon olmadan gerçekleşebilir. Bu nedenle popülasyon
içerisindeki belirli bir karakter açısından etkilenen bir grup organizma aniden
yok olabilir. Bunun sebebi de bir hastalık, çok sert iklim şartları, yangınlar
ya da farklı diğer koşullar olabilir. Böylesi bir etki sonucunda popülasyonda
afeti atlatan bireyler, sahip oldukları genlerinin sıklığını artırabilir. Bu
yolla bir gen grubunun aniden havuzdan silinmesi ve kalanların oranının artması,
popülasyonun gen kompozisyonunu derinden sarsmaktadır.
İzolasyon
(Yalıtım)
Bir türe ait bir grup
birey ortak bir gen havuzuna sahip olmayıp ayrılarak farklı şartlar altında
nesil vermeye başlayabilir. Birçok izolasyon mekanizması tanımlanmıştır. Bunlardan
en önemli ve en yaygın gözleneni, coğrafî ayrılma yoluyla izolasyondur. Coğrafî
ayrılma, iklim koşullarının değişiminde ya da popülasyonların farklı parçaları,
farklı coğrafyalara yöneldiğinde gerçekleşebilir. Gruplar arasında herhangi bir
gen değiş tokuşu olmaksızın meydana gelen bir gelişim, tür içi genetik
farklılaşmalara yol açmaktadır. Görünen ilk formlar, yalnızca birkaç karakter
açısından farklılık gösterir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi bir izolasyon
neticesinde ise, tür içerisinde alttürler ve ırklaşmalar meydana gelebilir. Alttürler
ya da ırklar şeklinde farklılaşan aynı türün bireyler, bu hâlleriyle hâlâ
çiftleşip verimli döller oluşturabilir. Eğer farklılaşma gen aktarımının
olmadığı şartlarda nesilden nesle devam ederse, bir eşik noktaya ulaşılır ki,
bu nokta türleşme noktasıdır. Bu türleşme noktasından itibaren, artık iyice
farklılaşan grup üyeleri, birbirleriyle genetik açıdan verimli döller
oluşturamayacak derecede ayrılmıştır. Bu yolla, artık iki farklı gen
havuzundan, dolayısıyla da iki farklı türden bahsedilebilir. Bu türler hâlâ
ortak genlere sahip olsalar da, üreme kabiliyetlerindeki değişiklikler, onların
verimli döller vermesine engel olmaktadır. Bu durum, doğada defalarca kez gözlemlenmiş
ve laboratuvar ortamında da türleşme koşulları taklit edilerek türleşme
mekanizmaları denenmiştir. Bu deney ve gözlemlerle evrimleşme mekanizmalarını
yanlışlayan herhangi bir bulgu elde edilememiş olup evrim teorisi, moleküler
düzeyden ve laboratuvar şartlarından elde edilen bilgilerle tam bir uyum
içerisindedir.
Evrimin
Kanıtları
Yazımızın son kısmında,
kısaca evrimleşme mekanizmalarının isabetini kanıtlayan birtakım bulgulara
detaylara girmeksizin yer vereceğiz. Birçok farklı bilimden elde edilen
bulgularla, evrim teorisi giderek güçlenmiş, moleküler seviyeden popülasyon
düzeyine dek başarılı açıklamalara sahip olmuş ve tıptan sosyolojiye dek
canlılığın odakta olduğu hemen her bilimde hem teorik hem pratik uygulama
sahası bulmuştur.
Embriyolojik
Faktörler
Omurgalı sınıfına (vertebrae) ait pek çok canlının
embriyoları, gerek iç organlarının yapı ve fonksiyonu gerekse organizmaların
sahip olduğu diğer özellikler açısından neredeyse ayırt edilemez durumdadır.
Örneğin, gelişim sırasında, insan da dâhil olmak üzere hemen her vertebralının
üreme hücreleri en basit omurgalılardan kabul edilen balıkların embriyolojik
gelişim aşamalarıyla neredeyse aynıdır. Omurgalıların evriminin, embriyolojik
gelişimlerinden elde edilen birtakım kanıtlarla (solungaç gelişimi gibi), sudan
karaya doğru olduğu düşünülmektedir. Gelişimin erken evrelerindeki fonksiyonel
ve morfolojik benzerlikler, canlıların filogenetik/evrimsel akrabalıklarını
ortaya çıkarmamızda bize yardımcı olmaktadır. Yani, sözün özü şeklinde diyebiliriz
ki, filogeni ontogeninin aynasıdır
veya ontogeni filogeninin özetidir. Alman
natüralist ve bilim insanı Ernst Haeckel
(1834-1919) “biyogenetik yasa” adı verdiği bir kaide formülize etmiştir.
Biyogenetik yasa, Haeckel Kuralı ya da Rekapitülasyon Teorisi olarak da
isimlendirilmektedir. Bu kurala göre, embriyo gelişimi (ontogeni), filogeninin
hızlı ve kısa bir rekapitülasyonudur.
Homolog
Organlar
Evrimsel anatomide
homolog organlar, embriyolojik gelişim kökenleri ve evrimsel geçmişleri benzer
olan; fakat fonksiyonları bakımından aynı görevi yapma zorunluluğu bulunmayan
organları belirtir. Bu bakımdan bir yarasa kanadı, köstebeğin kazıcı işlevi gören
uzuvları, balinanın yüzgeci ve insanın kolu birbirinin homoloğudur. Şekil
bakımından büyük farklılıklar olmasına rağmen, saydığımız tüm homolog organlar,
benzer bir ortak atadan köken alarak, evrimsel açıdan benzer anatomik geçmişe
sahiptir. Örneğin, bu hayvan türlerinin organlarının hepsi kol, ön kol, bilek
kemiklerine, metacarpal kemiklere ve dijital falankslara sahiptir. Ek olarak,
bu uzuvlar arasındaki biçimsel farklılıklara rağmen, her bir uzuv, tüm bir
vücudu düşündüğümüzde vücuda göre aynı lokasyonda yer alır. Homolog organlar,
evrimsel biyolojide önemli bir noktada değerlendirilirken analog organlar,
canlıların evrimsel geçmişini analiz etmekte kullanılmamaktadır.
Rüdimanter
Organlar (Vestigial Yapılar)
Evrim süresince,
organizmalar ve dolayısıyla türler sürekli olarak yaşam koşullarının
değişmesine paralel olarak yaşam biçimlerini değiştirmiştir. Yaşam biçiminin
değişmesi de organların fonksiyonunun değişimiyle mümkün olmaktadır. Böylelikle,
evrim teorisi hakkında ortaya atılan delillerin en ikna edici olanlarından biri
ortaya çıkmaktadır: rüdimanter organlar. Rüdimanter organlar, genellikle büyük
oranda fonksiyonelliklerini kaybetmiştir. Bu organlara örnek olarak embriyoda
bir kuyruk omurgası kalıntısı olarak bulunan coccyx, sindirim sistemimizin bir
kalıntısı olan apandis, bizden önce evrimleşen bazı memeliler bulunan ve
kulakları rahatça oynatmaya yarayan bazı kasların varlığı ancak bizde o
fonksiyonlarını kaybetmeleri verilebilir. Bir diğer ilginç örnek de Darwin
tüberkülüdür. Darwin tüberkülü, bazı insanlarda kulağın kıyısında bulunur ve
eski memelilerden insanlara bir kalıntıdır.
Soyaçekim
(Atavizm, Reversiyon)
Atavizm
(reversiyon), eski nesillerle birlikte kaybolan bazı karakteristik
özelliklerin, yeni nesillerle birlikte tekrardan ortaya çıkması durumudur. Oldukça
ilginç örnekler bulunmaktadır. Örneğin, bazı insanlar kulaklarını oldukça rahat
bir biçimde oynatabilmekte; ancak birçok insan bunu gerçekleştirememektedir. Bu
özellikle bize diğer memeli türlerinden kalmıştır ve genlerimizle hâlâ devam
etmektedir. Yenidoğanlarda bazı nadir durumlarda kuyruk oluşumu görülmektedir.
Oysaki kuyruk gelişimi, biz insanlarda normal olarak görülmemektedir; ancak
atalarımızdan hâlâ kuyruk genlerini taşıdığımızda bazı anormal durumlarda bu
genin aktivitesi fenotipte görülmektedir. İnsan dişilerinde anormal olarak,
bazı koşullarda, tıpkı farklı memelilerde olduğu gibi gövde boyunca uzanan meme
uçları görülmektedir. Atavizmin varlığı nedeniyle, eski nesillerde ve türlerde
kaybolan özellikler, yine de ilgili özelliğin genlerle varlığının devam etmesi
sebebiyle, aniden ortaya çıkabilmektedir. Embriyolojik gelişim esnasında oluşan
kusurlar, bu genlerin aktivasyonun fenotipte görünür hâle gelmesine neden
olmaktadır.
Kaynaklar
A. Faller, M. Schuenke, The Human Body An Introduction to
Structure and Function (Editör: Ethan Taub), Thieme, Stuttgart, 2004
(Görseller de aynı kaynaktan alınmıştır.)
·
Yazı, ilgili kaynaklardan geliştirilerek
aktarılmıştır.
Hazırlayan:
Necdet
Ersöz (Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Evrimsel Tıp Ekibi)
Görüş, öneri ve
eleştirileriniz için lütfen irtibata geçiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder
Görüş, öneri, soru ve eleştirilerinizi lütfen bildiriniz. Yapıcı yorumlar değerlendirilecek; kişilik saldırıları ve üslûp hataları engellenecektir.